Ateizm terimi öncelikle felsefî bir kavram olup Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren dünya görüşünün ismidir.
|
Zaten az ileride de göreceğimiz gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, tam da bunu ifade etmektedir. Hep birlikte Diyanet’in "gerçekliğini" göreceğiz ama belirteyim ki onlara göre önemli olan ateistlerin neyi, nasıl söylediği değil, kendi inançlarına uygun olup olmadığıdır; uygun değilse (ki bu durum sadece "Diyanet" düzeyinde değil ama ayrıca kişisel düzeyde de böyledir), kesinlikle "tepkisel" davranmaktadırlar!
Acaba?
Her ne kadar ateist "olmasam" da (bu terim, kendimi diyalektik materyalist olarak nitelediğim için dar gelmekte, beni ifade etmemektedir) ateistler, Sayın Yazarımız gibi gelişigüzel laf yığınlarıyla değil, içindeki çeşitliliklere göre, ama maksimum düzeyde bilimsel verilerle tanrıya ve dinlere niçin gerek olmadığını açıklayarak reddederlerken, aslında, başta Diyanet olmak üzere, din savunucuları "tepkisel" bir yaklaşımla iddia ettikleri duruma düşmektedir. Bunun kaynağı ise, din(ler)in bilim, mantık, bilince çıkarma, yorumlama gibi fenomenler karşısında şaşkınlıkla harmanlanmış cevapsızlık kuyusunda kulaç sallamalarıdır. Söyleyecekleri en son söz, "Biz ne bilelim; Allah "Ol!" dedi oldu! Bunu ancak Allah bilir!" diyerek "suçu" yine anlayamadıkları ama kulluktan vazgeçemedikleri olmayan bir "tanrı"ya atmalarıdır. Böylece, bir anlamıyla da zevahiri kurtardıklarını düşünürler! Bundan dolayı bilimsel verilerle yapılan reddin "tepkisel bir düşünce" olduğunu iddia etmek, tam bir aymazlık ve inkâr örneğidir. Eğer "Allah bilir!" sözü kör bir cahilliğin itirafı değilse, nedir?
Yukarıda kendime ilişkin yaptığım nitelemeden dolayı vereceğim cevapların da diyalektik materyalist öz taşıyacağı açıktır.
Tarihte çok yaygın olmasa da eski dönemlerden itibaren günümüze kadar var olan ve bazı filozoflarca da dile getirilen önemli bir problemdir.
|
Önce bir ön açılım yapayım: Sosyal bilinç formlarından biri olarak, sosyo-ekonomik formasyonlar dizisince siyasal erki ellerinde bulunduran egemen sömürücüler tarafından toplumda "belirleyici" hale getirilen felsefe, bilindiği üzere doğaya ve topluma ait "...en genel sorunların incelenmesidir. Daha az genel nitelikteki fenomenlerse, bilimler tarafından incelenir. Felsefe, bu genel sorunları bilime dayanarak ve bilime bağlı kalarak ele alır." (açy) (1)
Sorumuz şudur: Madde mi önce gelir, ruh mu (düşünce, imgelem vb.)? Bu sorunun peşinden gelen ikinci soru "Neden?"e yukarıdaki iki ana felsefe dalının ve bunlar arasında kalan değişik felsefi görüşlerin verdikleri farklı cevaplar vardır ve onlar, kendisine ilişkin felsefenin de açılımıdır; ancak konumuz bu olmadığı için, geçiyorum ve devam ediyorum: Sayın Yazarın da belirttiği gibi, bu sorunun (yani materyalist yaklaşımların) tarihte "bazı filozoflarca dile getirildiği" doğrudur. Doğru olmasına doğrudur ama, bu "dile getiriliş"ler tek yanlı olarak, yazarın savunmaya çalıştığı idealist felsefenin asli sahiplerince kan ile, vahşet ile bastırıldığı da doğrudur. Sadece materyalist dünya görünüşünü savunanlara değil, bölgedeki egemen dine karşı yöneltilen eleştiriler karşısında da aynı tavrı sergilemiştir ve bunun da tarihte epey bir örneği bulunmaktadır. İlgili herkesçe bilinen bu gerçekleri Diyanet’in "âlimi" Sayın Topaloğlu’nun bilmediği düşünülemez. Materyalizmi ve ateizmi dile getirenler başta olmak üzere, farklı bir anlayışı dile getiren "bazı filozof"ların başlarına neler getirdiklerini keşke birkaç örnek vererek bilgilendirseydi, sanırım daha verimli olurdu.
Birkaç örnek ile (bilmeyenler için) ben bilgilendireyim:
Pierre Abelard: Fransız’ların ünlü ilahiyatçısı ve filozofu olan Abelard, felsefede evrenselliğin niteliği konusuna materyalizme yakın düşünceler üretmiştir. Orta Çağ’ın skolâstik realizmiyle açıkça tartışmaya girip "Sic et Non" (Evet ve Hayır) isimli eserinde de dinsel inancı "rasyonel öncüller" olarak sınırlayınca Katolik Kilisesi’nce "dinden sapmışlık" ile suçlanıp mahkûm edilmiştir.
Uriel Acosta: Portekiz doğumlu Hollanda’lı filozof olan Acosta, Katolik eğitimi almıştı. Ruhun ölümsüzlüğünü kabul ediyor ama ölümden sonraki bir yaşamı da reddediyordu. Yahudilik adına Hıristiyanlığı reddedip dinsel dogmatizme karşı çıkarak Farisiler’i de Musa’nın düşüncelerini çarpıtmakla suçlayınca, olanlar olmaya başladı. Hahamlarla Hollandalı yetkililer tarafından yapılan eziyetlere dayanamamış, sonunda da kendini öldürmüştür.
Anaksagoras: Köleci Demokrasi’nin ideologlarından olan antik Yunan filozofu Anaksagoras, kararsız materyalist bir özellik taşımaktaydı. Ateistlik ile suçlanarak ölüme mahkûm edilince, hayatını kurtarmak için Atina’yı terk etmiştir.
Roger Bacon: Orta Çağ’ın önemli ilahiyatçı ve filozoflarından olan Bacon, dinden sapmış görüşleri bulunduğu gerekçesiyle Oxford Üniversitesi’ndeki işine son verilmiş ve Kilise egemenlerince bir manastıra kapatılarak toplumdan koparılmıştır.
Louis-Auguste Blanqui: 1830 ve 1848 devrimlerinde yer alan Fransızların önemli filozoflarından Blanqui, tarihsel gelişmeyi ve aydınlanmanın yayılmasını, kendisinin materyalist niteliğine karşın idealistçe açıklamıştır. Düşünceleri yüzünden iki kez ölüme mahkûm edilen Blanqui, ömrünün önemli bir bölümünü hapishanelerde geçirmiştir.
Giordano Bruno: İskolastiğe ve Roma Katolik Kilisesi’ne karşı panteizmin bir biçimi olarak algıladığı materyalist dünya görüşünü kararlı bir şekilde savununca, işkencelerle dolu sekiz yıllık bir hapishane yaşamından sonra, Engizisyon Mahkemesi tarafından diri diri yakılarak katledilmiştir.
Tommaso Campanella: İtalyanların ünlü filozofu Campenella, "Güneş Devleti" isimli eserinde "Ben doğacak sabahların çan sesiyim!" diyerek Aristoteles'e karşı çıkıp Demokritos'un bilimsel düşüncelerini savunmaya başlamasına ek olarak İtalya’nın da İspanya’nın hükümranlığından çıkması için gerçek deyimle bağımsızlık savaşı, şimdilerin "moda" deyimiyle "terör" başlatınca kendini Engizisyon yargıçlarının önünde buldu!
"Ustanın (yani Aristoteles'in) eserlerinde geçmeyen bir bilgiyi nasıl bilebilirsin? Senin içinde şeytan mı var?" diyen engizisyonun vahşi yargıçlarının suratına Campenella'nın yanıtı bir tokat gibi patlamıştır: "Bildiklerimi öğrenmem için, sizin içtiğiniz şarapların on katı kandil yağı harcadım!" diye karşılık veren ve ağır işkencelerden geçirilen bu yiğit bilim insanı ve halk kahramanı uzun süren hapislik sonunda yine işkencelerle vahşice katledilmiştir.
Johann Gottlieb Fichte: Alman filozoflarının en önemlilerinden biri olarak Klasik Alman İdealizmi’nin Kant’tan sonraki liderliğini yapan Fichte, dönemin kilisesi ve siyasal erkince ateist olduğu gerekçesiyle Jena Üniversitesi’nden kovulmuştur.
Galilei Galileo: İtalyanların ünlü fizikçisi ve astronomu olan Galileo, Aristoteles’e körü körüne itaati reddetmiş, dogmatik skolâstiğe karşı mücadele etmiştir. Kopernikus’un saptadığı güneş merkezi sistemini doğrulayan astronomik buluşlara imza atınca, dinsel dogmalara öldürücü darbelere de imza atmış oldu. Bunun üzerine Roma Engizisyon Mahkemesi Galileo’yu "Koparnikus’vari sapkınlıktan" döndürmek için değişik baskı biçimleri uygular ve O’nu "ikna eder"(!).
Paul Henri Dietrich Holbach: Fransız materyalist filozof olan Holbach eserlerinde dinsel dogmalara, idealist felsefeye ve özellikle de idealist felsefenin doruktaki ismi Berkeley’e yönelik son derece bilimsel eleştiriler yöneltince, "La Système de la Nature" (Doğanın Sistemi) isimli eseri Paris Parlamentosu’nun emriyle toplatılarak yakılmıştır.
Sokrates: Öğrencileri arasında Aristippos, Megara’lı Eukleides, Platon ve Antisthenes gibi yetkin filozoflar bulunan Yunanlı ünlü "Bilinemezci" filozof Sokrates, (Lütfen sözlerime dikkat ediniz) tanrılara inanmayı reddettiği için değil, Atina tanrılarına inanmayı reddettiği için baldıran otuyla zehirlenerek öldürülmüştür.
Nikolaus Kopernikus, Julien Offroy de la Mettrie, Thomas More, kadın filozof Hypatia ve daha yüzlerce değerli bilim insanı ve felsefeci yukarıdaki cezalarla ve değişik türleriyle karşılaşmış, hala da karşılaşmaktadırlar.
Boş verelim dünyanın değişik bölgelerini, sadece ülkemiz Türkiye’de bile Menemen’de Kubilay’lar, İstanbul’da Turan Dursunlar, Ankara’da Bahriye Üçoklar gibi onlarca aydın tek tek katliamlara hedef olurken, Sivas’taki Madımak Oteli 35 aydınımıza "Cehennem" yapılarak katledilmiştir. İslamiyet adına katledilenlerin sayısını bilmiyorum ama eminim ki Sayın Topaloğlu da bilmemektedir. Dolayısıyla “Tarihte çok yaygın olmasa da" diyerek sanki "ateizme rağbet yoktur" anlamında kullanmasının dürüstlükle bir ilişkisi bulunmadığı gibi, tanrıyı ve dinleri reddetmenin insanlık tarafından kendiliğinden benimsenmemesi anlamını da içermiyor, çünkü "... çok yaygın" olmamasının birinci dereceden önemli nedenlerinden biri, dinlerin de yoğun desteğiyle siyasal erki ellerinde tutan halk düşmanı yönetimlerin veya doğrudan dinlerin elemanlarınca katliamlara varan davranışlarıdır.
Yüzyılımızın ilk yarısında da tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşan ve kendine taraftar bulan bir düşünce akımıdır. Günümüzde ise eski gücünden uzaklaşan ve fikrî dayanaklarını da tek tek yitiren ideolojik bir tavırdır.
|
Doğrusu, evvelki yüzyılımızdan itibaren genelde ateizm ama özelde ise diyalektik materyalizm kendisine ciddi “taraftar” bulmuştur. Bu dönem Marx ve Engels’in yaşadığı, tarihte ilk kez proleter nitelikte bir devletin kurulduğu Paris Komünü dönemidir; nitel başlangıç bu dönemdir ama iddia edildiği gibi "...eski gücünden uzaklaşan ve fikrî dayanaklarını da tek tek yitiren" bir durum yoktur. Tam tersine hem Türkiye özgünlüğünde hem de dünya genelinde gittikçe artmaktadır. Bunun iki nedeni vardır: Birincisini sınıf mücadelesi sağlarken ikincisini de başta "yaratılış" teorisi olmak üzere tüm teolojik dogmalara bilimin ve teknolojinin vurduğu ağır darbeler sağlamaktadır. Kimliklerin "Dini" bölümünde "İslam" yazmasına kimse kendisini kaptırmamalıdır. Madem "iddialı" konuşuyorsunuz, hiç değilse tek bir tane örnek vermelisiniz. Tabi, o örneğe rastlayabilirseniz… Durum böyleyken kalkıp "fikri dayanaklarını da tek tek yitiren ideolojik bir tavırdır" demek, en hafif deyimle bir aymazlık örneğidir.
Sayın Yazar, ateizmin "etimolojik" açılımını yapmaya çalıştıktan sonra şöyle diyor:
Felsefî bir problem olarak ateizmin tanımlanması bu terimin anlaşılması kadar kolay değildir. Bunun çeşitli gerekçeleri bulunmaktadır. Bunların arasında da ortada pek çok Tanrı kavramının, din anlayışının ve Tanrı inancıyla ilgili felsefî yaklaşımın bulunmasıdır. Buna karşın birbirinden farklı olan ateistik akımlar da mevcuttur. Dolayısıyla ortada net bir ateizm tanımından veya teizm biçiminden söz etmek mümkün olmayacaktır.
|
Soru bu!
Boş verelim dinlerin çokluğunu, İslamiyet’in kendi içinde bile bin parçaya bölünüp neredeyse ayrı bir "din" seviyesine dönen ritüelleri bulunmaktadır. Hatta aynı tarikat veya "cemaat" içinde bile farklılıklar var ve Sayın Yazarın mantığıyla hareket edilirse, bunlara da cevap vermek "gerekir." Dolayısıyla yazarın bu konudaki yaklaşımı kafa bulandırıcıdır. Kaç türlü ateizm, teizm veya materyalizm olduğu farklı bir konudur, (bir bütün olarak söylersek) teolojiyi yadsımak veya yadsımamak farklı bir konudur. Sanırım bu sözümün karşısında Diyanet de diyecek ki, "İyi ama siz sosyalistlerin ve ateistlerin içinde de bölünme var. Buna ne diyeceksiniz?"
Şöyle diyeceğim: Dinlerin tüm "öğüt ve emirleri", "Allah kelamı" olduğu için değişiklik göstermez, gösteremez. Aksi bir durumda "dinden sapmışlık" ile suçlanırsınız ki, Allah korusun! hem bu dünyada hem de "öteki dünyada" sizleri büyük azap bekler! Bu durum, yani değişikliğin olamayacağını Kur’an kendisini de yadsıyarak belirtmektedir: Yani bir taraftan değişiklik olmayacağı, olamayacağı "iddiasında" bulunurken, diğer taraftan tam tersi ayetlere rastlamak mümkündür ama özü, ne yazılıysa, nasıl söylenilmişse öyle uygulanmak zorundadır. Bu yüzden dinler ve tüm öğretileri tamamen durağandır ama biz sosyalistler ve "ateistler", bilimi, düşünceyi, teknolojiyi; kısacası, tüm doğayı ve doğadaki her şeyi hareket halinde görür ve öyle değerlendiririz. Doğadaki ve toplumdaki tüm hareketlilik ve hatta tek tek maddeler, beynimizde "düşünce" olarak varlaştığı için, düşüncemiz de hareketlilik içindedir ve bu durum bizim için "olmazsa olmaz" niteliğindedir. Yani bizim açımızdan çok normaldir.
Siz kendinize bakın!
Ateizmin bir kavram olarak tanımlanması ve anlaşılması öncelikle ilâhî dinlerin Tanrı inancının ne olduğunun bilinmesiyle mümkün olacaktır. Çünkü ilâhî olmayan herhangi bir inancı (putperestliği, totemizmi, paganizmi vb.) ya da dinî (Budizmi, Şintoizmi, Afrika'daki kabile inançlarını vb.) reddetmek mutlaka ateizm anlamına gelmeyecektir. Yine ateizmin tanımlanması için ilâhî dinlerde Tanrı inancıyla ilgili olarak peygamberlik ve âhiret inanışlarının da göz önünde bulundurulması gerekecektir. Bunun sebebi de ateizmin gerek kavram ve gerekse bir düşünce olarak söz konusu inançlara olan bağımlılığıdır. Çünkü böyle bir inanç olmasaydı zaten ateizm de olmayacaktı.
|
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın inkârcı, küçümseyici ve "ilmi"(!) mantığını görüyor musunuz?
Yukarıdaki düşünceler eğer bir edebi-mizah yazısı olsaydı; itiraf edeyim ki, ciddi ciddi gülerdim. Hele de bunun bir tiyatro sahnesinde olduğunu varsayarsam, katıla katıla gülerdim ama şimdi ağzımı sıkı sıkıya kapatmak zorundayım, çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı, ateizmi sadece İslam dinini ve tanrısını reddetmek olarak görüyor! Bu durumda Hıristiyan, Yahudi ve diğer dinlerin egemen olduğu toplumlarda "ateist" olduğunu söylemek abesle iştigaldir! O toplumlarda ateist veya diyalektik materyalist olanlara nasıl bir isim vermek gerektiği sorusunu sormak, sanırım hakkımdır. Çünkü gerçeklikte Musa'nın, İsa'nın ya da bir başka "peygamber"in ilişkisi bulunmamaktadır. Bu dinlerin de özünde küçümsediğiniz Afrika'daki kabile inançlarından hiçbir farklılığı bulunmamaktadır. Ya da, kendi dinlerini "Sanatana Dharma" (ezeli ve ebedi din, tek gerçek din, sonsuza kadar kalacak olan din) olarak değerlendiren Hindu'ların ne farkı var?
Hem etimolojik açılımlara girerken ateizmin tanrıtanımazlığından (reddinden, inkârından) söz edeceksiniz, hem de çok değil, sadece iki paragraf sonrası bunu İslamiyet ile sınırlı tutarak istemeye istemeye "resmen" itiraf edeceksiniz, peşinden de bunun "ilmi"(!) olduğunu iddia ederek insanların gözünün içine baka baka pişkinlik yapacaksınız.
Okuyalım.
Bilindiği gibi dünya üzerinde birden fazla Tanrı anlayışı bulunmaktadır. Hatta ilâhî dinlerin yanında, aynı mezhebin veya ekolün dahi kendi içerisinde farklı yorumlara sahip olduğu görülmektedir. Bu noktadan bakıldığında her türlü Tanrı inancının veya dinin tam olarak ilâhî dinleri yansıtmadığı (bir anlamda teizm olmadığı) anlaşılmaktadır. Bu durumda dünya üzerinde tek tip bir dinî inançtan bahsetmek mümkün değildir.
|
İnkârcılık, yok sayma ve benzeri birçok şeyi konumuzun içine almasak bile, Diyanet İşleri Başkanlığı’na Kafirun Suresi'nin 6cı ayetini "hatırlatmam" gerekiyor ama bir faydasının olacağını sanmıyorum. Bunun için:
Meselâ insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen öteki dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar. Bu duruma en bâriz bir şekilde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet arasında karşılaşılmaktadır.
|
şeklindeki kendi tutarsızlığını "yazılı" olarak kendilerine sunuyorum ve kendi dinini bile bilmeyen bir cahillik örneğinin sözleri ile devam ediyorum:
Hıristiyanlar İslâmiyet'i (İslâm'ın ortaya koyduğu Allah kavramını) ve Hz. Muhammed'i reddederken, müslümanlar da hıristiyanların teslîs, enkarnasyon ve aslî suç gibi inanışlarını reddetmekte ve Hz. İsa'nın sadece bir peygamber ve bir insan olduğunu belirtmektedirler. Buna karşın yahudiler Tanrı'nın İsrâiloğulları'nı mümtaz kıldığını ve dolayısıyla kendi Tanrıları olduğunu söylerken, müslümanlar Tanrı'nın bütün insanları eşit yarattığını, rengi, dili ve kültürü ne olursa olsun herkesi kucakladığını yani O'nun evrensel olduğunu ifade etmişlerdir. Görüldüğü gibi kaynak itibariyle aynı Tanrı'ya inandıkları halde dahi söz konusu dinlerin mensupları kendi aralarında ayrılmakta ve birbirlerinin Tanrı yorumunu kabul etmemektedirler.
|
İyi ama, örneğin bana göre de hepiniz yanlışsınız.
Fakat bir şeyi reddederken, bilerek ve çarpıtmadan reddetmeniz gerekir; dürüst olmanız gerekir, dürüst olmazsanız eleştirdiğiniz:
Buna karşın yahudiler Tanrı'nın İsrâiloğulları'nı mümtaz kıldığını ve dolayısıyla kendi Tanrıları olduğunu söylerken, müslümanlar Tanrı'nın bütün insanları eşit yarattığını, rengi, dili ve kültürü ne olursa olsun herkesi kucakladığını yani O'nun evrensel olduğunu ifade etmişlerdir.
|
Kabul ettiğiniz bir durumu eleştirmeniz(!) inanır çevresinde bir çelişki "oluşturmaz", bunu anlıyoruz ama biz diyalektik materyalistler arasında iler-tutar yanı olmayan bir çelişki olarak yer alır. "Evet ama, bakın orada 'bir zamanlar' diye bir zaman bildirimi var. Yani önceden bu doğruydu ama Allah onların bu üstünlüğünü kaldırdı." gibi bir polemik sizi daha da zora sokar; çünkü, Muhammed’in Yahudileri İslamiyet’e kazanma adına kıblenin yerini iki kez değiştirdiğini, kabul görmeyince şimdiki yerine alındığını ve o zaman da Muhammed’in bir kızgınlığının sonucu olarak Tanrı’nın "Yahudilerin üstünlüğünü kaldırdığı" bilinmektedir. Okuru bunaltmamak adına olayı aktarmıyor, sadece olay ile ilgili iki Ayet’i sunmakla yetiniyorum:
Bakara Suresi, Ayet 142: İnsanlardan beyinsiz takımı: "Bunları bulundukları kıbleden çeviren nedir?" diyeceklerdir. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediği kimseyi doğru bir caddeye çıkarır.
Bakara Suresi, Ayet 145: Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.
17 ay boyunca Kudüs’ü "Kıble" olarak kullanıp sonra vazgeçmesinin nedeni budur. Sayın Yazarın ikinci iddiası çok daha ilginçtir. Şapka çıkarılası bir demagojiyle yazıyor: Okurun hoş görüsüne sığınarak tekrar alıntılıyorum:
...müslümanlar Tanrı'nın bütün insanları eşit yarattığını, rengi, dili ve kültürü ne olursa olsun herkesi kucakladığını yani O'nun evrensel olduğunu ifade etmişlerdir.
|
Tabi ki hiç kimse Müslümanlığı benimseyen bir kişiye, "Sen falanca kültüre sahipsin, senin rengin şu, gelemezsin!" demez, diyemez. Bunu hiçbir inanç söylemez, tersine "genişlemek, çoğalmak" için herkesi kucaklamaya çalışır ve bu anlamıyla da tüm dinlerin "evrensel" olduğu kimilerince iddia edilebilir ama İslamiyet’in bir "eşitlik" iddiası olamayacağı gibi, onun evrensel olduğu da "külliyen" yalandır. Yunus Suresi’nin 19cu Ayet’inin “İnsanlar (başlangıçta tevhit inancına bağlı) tek bir ümmet idiler; sonra ayrılığa düştüler.” şeklindeki girişi bile Sayın Topaloğlu’nu yalanlamaktadır.
Hadislere değinmeden, onlarca ayet arasından aklıma gelen ilk birkaç ayet, sanırım bu konuda yeterli olacaktır. İsteseydi, herkesi "tek ümmet" (aynı inançtan) yapabileceğini belirten İslam’ın "Allah"ı, bunu yapmak yerine farklı inançtan insanları niye "yaratıyor" bilinmez! İşte birkaç örnek:
Allah Farklı İnançlar Oluşturmuştur
Hud Suresi, Ayet 118-119: Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı.
Nahl Suresi, Ayet 93: Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.
Hem beni "saptıracak" ve hem de yaptığım şeylerden dolayı "sorgulanacağım"! Aklıma saygıyla andığım Ömer Hayyam'ın bir rubaisi geldi:
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet, cehennem?
diyerek devam edelim: Bu "İlahi ayrım"a Maide Suresi, Ayet 48’i de ekleyebiliriz, Şura Suresi, Ayet 8’i de...
Demek ki inanca ilişkin ayrımı "Allah"ınız gerçekleştirmektedir; "sınırsız güce sahip Allah" karşısında "zavallı kulun" bir itirazı olamayacağından, yaptığı "günahlardan" sorumlu olamazlar. Bu durumda cehenneme gitmesi gereken, "Allah"tır.
İslamiyet’te Kadın Erkek Eşitliği Yoktur
Nisa Suresi, Ayet 34: Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah'ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da "gayb"ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, çok büyüktür.
Akıllara durgunluk veren bu ibretlik ayet varken Sayın Yazar'ın "insanların eşit olduğu" sözünün ciddiyetiyle hangi akıllı varlık, hangi vicdan sahibi varlık ilgilenebilir? Kesinlikle kabul etmemekle birlikte, örnek olup iyi anlaşılması bakımından ayetteki cinsiyetleri ters çeviriyorum. Lütfen dikkatli okuyunuz:
Kadınlar, erkeklerin koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de kadınlar kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi erkekler, itaatkârdırlar. Allah'ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da "gayb"ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz erkeklere öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, çok büyüktür.
Bu durum, miras durumunda da geçerlidir. Miras, erkeğin lehinedir. Ayetleri okuyalım:
Nisa Suresi Ayet 11: Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.
Nisa Suresi Ayet 12: Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra eşlerinizin, eğer çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa, sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (zevcelerinizindir). Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır (zevcelerinizindir). Eğer bir erkek veya kadının, ana babası ve çocukları bulunmadığı halde (kelâle şeklinde) malı mirasçılara kalırsa ve bir erkek yahut bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) yapılacak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın (yapılacak)tır. Bunlar Allah'tan size vasiyettir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, halîmdir.
Burada "sınırsız güce ve bilgiye sahip Allah"ın matematiği bilmemesi bir yana, miras hukuku erkek lehinedir.
Rad Suresi, Ayet 26: Allah rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Onlar ise dünya hayatı ile sevinmektedirler. Halbuki dünya hayatı, ahiretin yanında çok az bir yararlanmadan ibarettir.
İsra Suresi, Ayet 30: Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı bol bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.
Kasas Suresi, Ayet 82: Daha dün onun yerinde olmayı arzu edenler, "Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kafirler iflah olmayacak" demeye başladılar.
Ankebut Suresi, Ayet 62: Allah kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
Rum Suresi, Ayet 37: Allah'ın, rızkı dilediğine bol verdiğini ve (dilediğine) kıstığını görmediler mi? Bunda inanan bir toplum için elbette ibretler vardır.
Sebe Suresi, Ayet 36: Ey Muhammed, de ki: "Şüphesiz, Rabbim rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Zuhruf Suresi, Ayet 32: Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.
Din Ayrımını “Allah” Yaratmıştır
Al-i İmran Suresi, Ayet 19: Şüphesiz Allah katında din İslam'dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.
Al-i İmran Suresi, Ayet 83: Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez ona boyun eğmişken ve ona döndürülüp götürülecekken onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?
Al-i İmran Suresi, Ayet 85: Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
Bir taraftan ayrım yoktur diyeceksiniz, bir taraftan sadece "İslam" diyerek tehditler savuracaksın, sonra da işinize geldiği zaman;
Kafirun Suresi, Ayet 6: Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
diyeceksiniz! Böyle şey olur mu? Konu genelde din, özelde İslamiyet olursa, olur! Devam edelim, bakalım tüm dünyaya "iyilik ve merhamet" dağıtan İslamiyet "evrensellik, hoş görü ve eşitlik" adına başka neler söylüyor?
Maide Suresi, Ayet 33: Allah'a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır.
Tevbe Suresi, Ayet 5: Haram aylar çıkınca bu Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Bakara Suresi, Ayet 191: Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
Nisa Suresi, Ayet 89: Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı.
Nisa Suresi, Ayet 91: Diğer bir takım kimselerin de hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak istediklerini göreceksin. Bunlar küfre her döndürüldüklerinde ona atılırlar. Eğer bunlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini savaştan çekmezlerse, onları yakalayın ve onları nerede bulursanız öldürün. İşte bunlara karşı size apaçık bir yetki verdik.
Müslüman olmayanlara veya bu dini reddedenlere karşı akıl almaz bir katliam ve zulüm ayetleri bulunmaktayken, kalkıp İslamiyet’in "eşitlikçi", "merhamet ve hoş görü dolu" ve "evrensel" olduğunu iddia etmek, gerçeklikle bağdaşmamaktadır.
Dünyanın bazı bölgelerinde ateizmin ideolojik hale getirilmesi de tanım konusunda ayrı bir sıkıntı doğurmuştur. Meselâ özünde materyalist ve sosyalist olan politik yapılanmalarda ateizm insanlara kabul edilmesi gereken bir yaşam biçimi olarak sunulmuştur. Burada da ateizmin ideolojilerden bağımsız olarak kendi başına anlaşılma zorluğu bulunmaktadır.
|
Ehh… Haksız da sayılmazsınız yani. Ne de olsa ateizmin anlaşılabilmesi için uyduruk rivayetlere değil, bilimsel bilgilere ve kanıtlara ihtiyaç olduğu ortadadır. Bu da sizde olmadığı için "anlaşılma zorluğu"nuzu çok iyi anlıyoruz.
"İdeoloji" denildiği zaman bir düşünce bütünlüğünden söz ediyoruz demektir. Sözlük anlamı da zaten "Düşünce Bilimi"dir. Bu düşünce, bizim "dışımızdaki" A’dan Z’ye kadar tüm maddenin ve maddi yaşam koşullarının beynimizdeki yansımasıdır. Sınıflı bir toplum olmamızdan dolayı bir monarşistin ideolojisi nasıl ki monarşizme uygun olursa, bir Müslüman’ınki nasıl ki İslamiyet’e uygun olursa, bir diyalektik materyalistin ideolojisinin de bilimsel sosyalizme uygun olması kaçınılmaz olduğu kadar da doğaldır, çünkü onun varlık nedenidir. Nasıl ki İslamiyet yaşamın değişik alanlarına ilişkin önermelerde bulunuyorsa, diyalektik materyalizm de önermelerde bulunur; üstelik aklı-mantığı parçalayan "mucizeler"i referans almadan, tamamen gerçekçi ve sağlam önermeler sunar.
Uyduruk tespitler(!) ile sözüm ona "ilmi" açılımlara veya tanımlara girmek ancak inanır çevresini kandırmaya hizmet edebilir ama biz diyalektikçiler için bir anlam ifade etmediği gibi, sorduklarımıza da cevap veremez duruma getirir. "Dünyanın bazı bölgelerinde ateizmin ideolojik hale getirilmesi..." demek, dünyanın diğer böl-gelerinde "...ateizmin ideolojik hale..." getirilmemesi demektir ki, sormak gerekiyor: Bu "bölgeler" hangi bölgelerdir? Bu "bölgeler"de ateizm nasıl "ideolojik hale" getirilmemiştir?
Hem felsefi hem de siyasi kavramları kullanabilmek için hem felsefeyi hem de siyaseti bilmek gerekir! Sayın Topaloğlu ateizmin ideolojik hale getirilmesinden "yakınarak" oluşan(?) "sıkıntıları" söylüyor! Anlaşıldığı kadarıyla ideolojik hale getirilmeseymiş, o zaman ateizmin tanımını daha rahat yaparmış! Sayın Yazar bilmek zorunda ki, şeyleri varlığından soyutlayarak yapılan tanımlama(!) alışkanlığı sadece dinsel inançlarda bulunur, bilimde değil!
Soruyorum: Bana ideolojiden "bağımsız" bir İslamiyet sunabilir misiniz? Eğer sunabilirseniz geriye neyin kalacağını söyleyebilir misiniz? Söyleyemezsiniz. Ben söyleyeyim: İdeolojiden soyutlanmış bir İslamiyet'ten geriye kalan bir hiçtir!
"İdeoloji" denildiği zaman bir düşünce bütünlüğünden söz ediyoruz demektir. Sözlük anlamı da zaten "Düşünce Bilimi"dir. Bu düşünce, bizim "dışımızdaki" A’dan Z’ye kadar tüm maddenin ve maddi yaşam koşullarının beynimizdeki yansımasıdır. Sınıflı bir toplum olmamızdan dolayı bir monarşistin ideolojisi nasıl ki monarşizme uygun olursa, bir Müslüman’ınki nasıl ki İslamiyet’e uygun olursa, bir diyalektik materyalistin ideolojisinin de bilimsel sosyalizme uygun olması kaçınılmaz olduğu kadar da doğaldır, çünkü onun varlık nedenidir. Nasıl ki İslamiyet yaşamın değişik alanlarına ilişkin önermelerde bulunuyorsa, diyalektik materyalizm de önermelerde bulunur; üstelik aklı-mantığı parçalayan "mucizeler"i referans almadan, tamamen gerçekçi ve sağlam önermeler sunar.
Uyduruk tespitler(!) ile sözüm ona "ilmi" açılımlara veya tanımlara girmek ancak inanır çevresini kandırmaya hizmet edebilir ama biz diyalektikçiler için bir anlam ifade etmediği gibi, sorduklarımıza da cevap veremez duruma getirir. "Dünyanın bazı bölgelerinde ateizmin ideolojik hale getirilmesi..." demek, dünyanın diğer böl-gelerinde "...ateizmin ideolojik hale..." getirilmemesi demektir ki, sormak gerekiyor: Bu "bölgeler" hangi bölgelerdir? Bu "bölgeler"de ateizm nasıl "ideolojik hale" getirilmemiştir?
Hem felsefi hem de siyasi kavramları kullanabilmek için hem felsefeyi hem de siyaseti bilmek gerekir! Sayın Topaloğlu ateizmin ideolojik hale getirilmesinden "yakınarak" oluşan(?) "sıkıntıları" söylüyor! Anlaşıldığı kadarıyla ideolojik hale getirilmeseymiş, o zaman ateizmin tanımını daha rahat yaparmış! Sayın Yazar bilmek zorunda ki, şeyleri varlığından soyutlayarak yapılan tanımlama(!) alışkanlığı sadece dinsel inançlarda bulunur, bilimde değil!
Soruyorum: Bana ideolojiden "bağımsız" bir İslamiyet sunabilir misiniz? Eğer sunabilirseniz geriye neyin kalacağını söyleyebilir misiniz? Söyleyemezsiniz. Ben söyleyeyim: İdeolojiden soyutlanmış bir İslamiyet'ten geriye kalan bir hiçtir!
Ateizm temelde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi üç büyük ilâhî dinin Tanrı anlayışını kendine hedef olarak seçmektedir.
|
Bu paragrafta iki farklı olgudan söz edildiği için iki alıntıya dönüştürdüm. Birincisi yukarıdaki açıklama, ikincisi de ateistlerin tanımlanmasına ilişkindir.
Sosyalizmin usta kuramcılarından Marx’ın yakın dostu olan August Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” isimli eserinde, "Akıllıca eğitilmemiş biri, başkasını akıllıca eğitemez." diyor. Yukarıdaki açıklamaya baktığımız zaman Sayın Yazarın hiç de "akıllıca" eğitilmemiş olduğunu görüyoruz, çünkü diyalektik materyalizm kendisine "temel" olarak şu veya bu dini almaz; diyalektik materyalizm, "temelde" idealist felsefeyi ve (konumuz bağlamında) bu felsefeden beslenen tüm dinleri, ya da genel bir söylemle teolojiyi hedefine alır. İşkembe-i kübradan sallamak yerine, azıcık okuyabilme çabasını gösterebilseniz keşke…
Devamla:
Bu tanım çerçevesinde, Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhî dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, aşkın olan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanların hayrını dileyen ve onlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir. Diğer bir deyişle ateist hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı'nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve âhiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.
|
Pratik yaşamımızda, toplumumuzda veya toplumlar arasında ilişkiler düzeyinde bir “inanç” söz konusudur ama bu sadece insan ilişkileri niteliğinde olup teolojik bir inanç ile karıştırılmamalıdır. Ateistler ve biz diyalektik materyalistler, "tanrıya (ve dinsel ritüellere) inanmıyoruz" demiyoruz. Her ne kadar son cümlenizde doğruyu söyleseniz de, aslında bilinçli söylenmiş bir söz olmadığı karıştırmanızdan, cahilliğinizden kaynaklanıyor; bizler tanrının olmadığını, dolayısıyla dinleri ve benzeri teolojik ritüellerin uydurma olduğu iddiasıyla ve hem de doğrudan sizin kaynaklarınızı referans göstererek bilim ve akıl aracılığıyla ispatlıyor ve reddediyoruz. Burada bir inanç veya inançsızlık söz konusu değildir, çünkü "inanç", Sayın Topaloğlu, herhangi bir şeyin kanıt olmadan kabulü demektir.
Dinler tarafından Tanrı'ya atfedilen nitelikler bazan çevreden çevreye değişebilmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyan düşünürlerin bir kısmı bu temel niteliklere sadık kalmakla birlikte, bazan kendi dışındakilerinin (müslümanlar) kabul edemeyeceği bir biçimde O'nu yorumlamaktadırlar.
|
Kuşkusuz sözü edilen "çevre"den kasıt, yaşanılan bölgelerdir; yaşayanlar da, insanlar. Her bölgede farklı sınıflar ve dolayısıyla farklı kültürler olduğu için farklı anlayışlar kaçınılmaz olarak bulunur; bunlar, iradi olmayıp "bize rağmen" vardır.
Tanrı’yı, hem de Sayın Topaloğlu’nun dediği gibi "tek" olarak kabul edersek, yukarıdaki açılım doğrultusunda ciddi dört soruyla karşıyayız demektir: Birincisi şu: Eğer tanrı sonsuzluktan gelip sonsuzluğa akan bir varlık ise, dinleri de kendisi gönderdiyse, her dinde kendini neden farklı niteliklerde göstermiştir? İkincisi şu: Eğer dinler aslında doğru nitelemelerde bulunuyor ama yanlış nitelemeleri "insanlar" veriyorsa, aslında tanrıyı bu nitelemeleri "belirleyen" insanlar yapmış olmuyor mu? Üçüncüsü şu: Tanrıyı ya da onun niteliklerini "yorumlamanız" siz zavallı kulları aşan bir davranış değil mi? Dördüncüsü de şu: Yahudi'lerin ve Hıristiyan'ların Allah'ı "yorumlayan" niteliklerden hangisi size hitap etmemektedir?
Peki, öyleyse "Her şeye gücü yeten, düşmez-kalkmaz-değişmez" bir tanrının niteliklerinin "çevreden çevreye" değişebilmesinin hikmeti ne ola ki?!
Şu ola! Marx’tan okuyalım:
"Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hu-kuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır." (abç) [2]
Kuşların bir dini olsaydı, tanrılarının kanatlı olacağını söyleyen Ludwig Feuerbach’ı hangi "ilmi" gerekçeyle reddedebilirsiniz? Ya da "Biliminsanlarının kesinliği yok ama delilleri var. Yaratılışçıların delilleri yok ama kesinliği var." diyen Ashley Montagu'yu kim tebrik etmeden geçebilir ki?
Tanrı’yı, hem de Sayın Topaloğlu’nun dediği gibi "tek" olarak kabul edersek, yukarıdaki açılım doğrultusunda ciddi dört soruyla karşıyayız demektir: Birincisi şu: Eğer tanrı sonsuzluktan gelip sonsuzluğa akan bir varlık ise, dinleri de kendisi gönderdiyse, her dinde kendini neden farklı niteliklerde göstermiştir? İkincisi şu: Eğer dinler aslında doğru nitelemelerde bulunuyor ama yanlış nitelemeleri "insanlar" veriyorsa, aslında tanrıyı bu nitelemeleri "belirleyen" insanlar yapmış olmuyor mu? Üçüncüsü şu: Tanrıyı ya da onun niteliklerini "yorumlamanız" siz zavallı kulları aşan bir davranış değil mi? Dördüncüsü de şu: Yahudi'lerin ve Hıristiyan'ların Allah'ı "yorumlayan" niteliklerden hangisi size hitap etmemektedir?
Peki, öyleyse "Her şeye gücü yeten, düşmez-kalkmaz-değişmez" bir tanrının niteliklerinin "çevreden çevreye" değişebilmesinin hikmeti ne ola ki?!
Şu ola! Marx’tan okuyalım:
"Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hu-kuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır." (abç) [2]
Kuşların bir dini olsaydı, tanrılarının kanatlı olacağını söyleyen Ludwig Feuerbach’ı hangi "ilmi" gerekçeyle reddedebilirsiniz? Ya da "Biliminsanlarının kesinliği yok ama delilleri var. Yaratılışçıların delilleri yok ama kesinliği var." diyen Ashley Montagu'yu kim tebrik etmeden geçebilir ki?
Müslümanların söz konusu anlayışlara karşı çıkma gerekçeleri arasında her iki geleneğin özünden koptuğu, aslını değiştirdiği, akıl ve mantık dışına çıkıldığı gibi hususlar bulunmaktadır.
|
Dinlerin, bir başka din sahibi tarafından sıradan "anlayışa" ve "geleneğe" dönüştürülmesi işte böyle oluyor! Başka şeylerin yanı sıra, sık sık saygı ve hoş görüden söz edenlerin bu "anlayışı"nın bir çelişki, bir tutarsızlık olduğunu ifade edip cümlenin özüne gelelim. Cümlenin özü, "Hıristiyanlık ve Yahudilik özlerinden sapmış ve akıl ve mantık dışına çıkmıştır. İslamiyet (Kur’an) sapmak bir yana, tek bir harfi bile değişmediği ve değiştirilemeyeceği için akıl ve mantık içindedir."
Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın "kutsal" kitaplarının nasıl oluşturulduğunu, hangi aşamalardan sonra hangi "yetkili merci"ler tarafından "kabul" olunduğunu ve insanlara nasıl dayatıldığını Diyanet İşleri Başkanlığı da iyi bilir! Ama Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’an’ın oluşumunu, düzenlenişini, yakılışını ve tekrar yazılışını da eminim ki iyi biliyor! Ancak bunu "görmezden" gelerek ve bizim de gözümüzün içine bakarak yazması, çok da akıllıca bir davranış değildir, ama diğer taraftan böyle söylemesi de kaçınılmazdır, "anlıyoruz"!
Konumuz Yahudilik veya Hıristiyanlık olmadığı için bu dinlere ilişkin "kutsal kitaplar"ın nasıl oluştuğu değildir. Bunun tamamen başka bir konu olduğunu söyleyerek geçiyor ve akıl ve mantık dışına çıkmayan(!) İslamiyet’in öğretilerini, işlerine geldikleri zaman "tartışmalıdır" dedikleri hadisleri de bir yana bırakarak asla tartışmadıkları, tartışamayacakları kimi sure ve ayetlerle görelim:
Bakara Suresi, Ayet 259: Yahut altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, "Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek (acaba)?" demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: "Ne kadar (ölü) kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: "Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! (Böyle yapmamız) seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. (Eşeğin) kemikler(in)e de bak, nasıl onları bir araya getiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" Kendisine bütün bunlar apaçık belli olunca, şöyle dedi: "Şimdi, biliyorum ki; şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter."
Burada Allah’ın eşeğiyle birlikte öldürüp dirilttiği kişi, "Peygamber Üzeyir"dir!
Olay şudur: Üzeyir "peygamber" “ıpıssız duran şehri" (yani Kudüs’ü) harabe halinde görünce bir düşüncedir alıyor. Şehrin geleceğini kara kara düşünürken "Burası ölmüş, Allah burayı nasıl düzeltir?" diye bir sorgulama yapıyor. Bu sorgulamada Allah’ın gücünü de sorgulaması bir "peygamber"e nasıl uygun düşer onu bilmiyoruz ama Allah da kendisini Üzeyir’e "kanıtlama" (niyeyse?!) gereği duyuyor. Eşekle birlikte Üzeyir’i öldürüyor ve yüz yıl ölü tuttuktan sonra onları diriltiyor! Üzeyir ve eşeğin ölüsünü niye kimsenin görmediği bilinmez ama bilinen(!) şu ki, Allah onları öldürüp diriltiyor ve aralarında yukarıdaki konuşma geçiyor.
"Akıl ve mantığın dışına çıkmayan İslamiyet"i görüyorsunuz.
Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın "kutsal" kitaplarının nasıl oluşturulduğunu, hangi aşamalardan sonra hangi "yetkili merci"ler tarafından "kabul" olunduğunu ve insanlara nasıl dayatıldığını Diyanet İşleri Başkanlığı da iyi bilir! Ama Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’an’ın oluşumunu, düzenlenişini, yakılışını ve tekrar yazılışını da eminim ki iyi biliyor! Ancak bunu "görmezden" gelerek ve bizim de gözümüzün içine bakarak yazması, çok da akıllıca bir davranış değildir, ama diğer taraftan böyle söylemesi de kaçınılmazdır, "anlıyoruz"!
Konumuz Yahudilik veya Hıristiyanlık olmadığı için bu dinlere ilişkin "kutsal kitaplar"ın nasıl oluştuğu değildir. Bunun tamamen başka bir konu olduğunu söyleyerek geçiyor ve akıl ve mantık dışına çıkmayan(!) İslamiyet’in öğretilerini, işlerine geldikleri zaman "tartışmalıdır" dedikleri hadisleri de bir yana bırakarak asla tartışmadıkları, tartışamayacakları kimi sure ve ayetlerle görelim:
Bakara Suresi, Ayet 259: Yahut altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, "Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek (acaba)?" demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: "Ne kadar (ölü) kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: "Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! (Böyle yapmamız) seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. (Eşeğin) kemikler(in)e de bak, nasıl onları bir araya getiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" Kendisine bütün bunlar apaçık belli olunca, şöyle dedi: "Şimdi, biliyorum ki; şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter."
Burada Allah’ın eşeğiyle birlikte öldürüp dirilttiği kişi, "Peygamber Üzeyir"dir!
Olay şudur: Üzeyir "peygamber" “ıpıssız duran şehri" (yani Kudüs’ü) harabe halinde görünce bir düşüncedir alıyor. Şehrin geleceğini kara kara düşünürken "Burası ölmüş, Allah burayı nasıl düzeltir?" diye bir sorgulama yapıyor. Bu sorgulamada Allah’ın gücünü de sorgulaması bir "peygamber"e nasıl uygun düşer onu bilmiyoruz ama Allah da kendisini Üzeyir’e "kanıtlama" (niyeyse?!) gereği duyuyor. Eşekle birlikte Üzeyir’i öldürüyor ve yüz yıl ölü tuttuktan sonra onları diriltiyor! Üzeyir ve eşeğin ölüsünü niye kimsenin görmediği bilinmez ama bilinen(!) şu ki, Allah onları öldürüp diriltiyor ve aralarında yukarıdaki konuşma geçiyor.
"Akıl ve mantığın dışına çıkmayan İslamiyet"i görüyorsunuz.
Ankebut Suresi, Ayet 14: Andolsun, biz Nûh'u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.
"Peygamber" olarak görevlendirilen Nuh, kendi toplumu içinde 950 yıl kalıyor (yaşıyor). Kimi rivayetlere göre ise tufandan sonra da 50-60 yıl daha yaşamış! Yani nereden bakarsak bakalım, Nuh “Peygamber” en azından 1000 yıl yaşıyor! Günümüz ve öncesi konumlar için, başta tıp olmak üzere ilgili bilim dallarının "Böyle bir şey mümkün değildir!" demesi karşısında teoloji "Mümkündür, işte ispatı!" diyerek Kur’an ve Kur’an’ın ilgili bölümü kopyaladığı Tevrat’ı "referans" göstermektedir. Neredeyse tüm efsanelerde kahramanların yaşam sürelerinin normalin genellikle çok uzun olmasının önemli nedenlerinden biri, kahramanların, inanılamayacak kadar abartılı işler yaptıkları iddialarından dolayı yaşam sürelerinin de buna uydurulması zorunluluğudur. Abartılar bu yüzdendir ama "Akıl ve mantığın dışına çıkmayan İslamiyet"i görüyorsunuz.
Hazır söz Nuh’tan açılmışken bir de tufan ile ilgili "aklı ve mantığı" görelim: Tufan olayının kökeni Sümerler’in "Gılgamış Destanı"na dayanır ve bu destandaki kişinin ismi Ut-Napisthim olup, Kur’an’a gelince "Nuh"a dönüşmüştür.
Nuh ile "kavmi" arasında geçen konuşmaların bir bölümü Hud Suresi’nin 25-47 ayetleri arasında bulunmaktadır. Bu konuşmalardan sonra Nuh, Hud Suresi’nin 40cı ayeti gereği bir "gemi" yapar ve inanan insanların dışında her canlıdan bir çifti gemiye alır: Filler, gergedanlar, aslanlar, kaplanlar, develer, atlar, eşekler, yılanlar ve daha yüzlerce çeşit irili-ufaklı hayvan bulunmaktadır. Bunun dışında binlerce kuş ve su canlıları da olmak zorundadır; öyle ya, birer çiftin dışındaki tüm canlılar tufan sonucu "helak" olacağından, balıkların suda boğulmaktan kurtarılması gerekmektedir!
Geminin uzunluğu hakkında değişik rakamlar ileri sürülmektedir. Ben en büyük olarak 205 metreye rastladım ama varsayalım ki 1000 metre olsun! "Allah'ın hikmeti" ile Nuh'un peygamberliğini de işin içine katarak 2000 metreye çıkaralım. Milyonlarca hayvanı ne kadar zamanda bir araya getirdiği, ne kadar zamanda gemiye aldığı hakkında bir bilgi yok. Kuşkusuz gemiye alınanlar arasında binlerce çeşidiyle mikroorganizmalar da bulunmaktadır! Bunları gemiye nasıl aldığını ise "her şeyi apaçık bildiren" Kur’an olsun, diğer din kitapları olsun bir bilgi vermemektedir.
Bilim dünyasının 2011 yılı tespitlerine göre yeryüzünde yaklaşık 8 milyon 700 bin canlı türü bulunmakta ve verilere göre bunun 2 milyon 200 bini sularda yaşamaktadır. Her ne kadar tanrı "bütün canlılardan bir erkek bir dişi" diye buyruk verse de, biz bu tanrıyı "dinlemeyerek" toplam 500 bin canlı aldığını ve bunların gemiye alınmaları ve "bölümlerine" götürülmeleri, cinsiyetlerinin tespiti, örneğin bir fil çifti karadan gemiye alınıp, kendi bölümüne kadar götürülüp yerleştirilinceye kadar geçen sürenin 1 dakika olduğunu kabul edelim ve bir hesap yapalım:
500 bin canlı 1’er dakikadan 500 bin dakika eder!
500 bin dakika 8333 saat eder!
8333 saat yaklaşık 347 gün yapar!
Bir de Nuh'un "Tanrı buyruğu"nu yerine getirip 8 milyon 700 bin canlı türünden "erkek ve dişi olmak üzere birer çift" aldığını düşünürsek 17 milyon 400 bin canlı eder.
Gelin yine 1 dakika üzerinden hesap daha yapalım:
17.400.000 dakika = 290.000 saat eder!
290.000 saat = 12.083 gün eder!
12.083 gün = 402 ay eder!
402 ay = 33.5 yıl eder.
Yani yaklaşık bir sene boyunca Nuh'un ve beraberindekilerin uyumadan, beslenmeden, tuvalete bile gitmeden 8 milyon.700 bin çift canlıyı bulup ve düzgünce her birini kendi yerine yerleştirdiğini ve bunu bir dakika içinde yaptığını varsaydım.
"Akıl ve mantığın dışına çıkmayan İslamiyet"i görüyorsunuz.
Kamer Suresi, Ayet 1: Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.
Bu sureye göre kıyametin yaklaşmasının bir belirtisi olarak, yaşadığımız gezegenin uydusu olan Ay, ikiye bölünüyor!
Olay şu: Muhammed’e inanmayan kimi Mekke’liler, ondan bir mucize göstermelerini istiyor. O da dünyanın uydusu ayı ikiye bölerek bir parçasını Hira Dağı’nın bir tarafına, diğer parçasını da diğer tarafına düşürüyor! Hira Dağı’nın yüksekliği 780 metredir.
"Abdullah İbn Mes’ud anlatıyor:
Peygamberle birlikte Mina’daydık. Birden ay ikiye bölündü. Bu parçalardan biri, dağın arkasına, biri de dağın beri yanında kaldı. İşte o sırada peygamber: "(Bakın da) tanık olun!" dedi." (3)
Bu hadis, Müslim’de de bulunmaktadır.
500 bin dakika 8333 saat eder!
8333 saat yaklaşık 347 gün yapar!
Bir de Nuh'un "Tanrı buyruğu"nu yerine getirip 8 milyon 700 bin canlı türünden "erkek ve dişi olmak üzere birer çift" aldığını düşünürsek 17 milyon 400 bin canlı eder.
Gelin yine 1 dakika üzerinden hesap daha yapalım:
17.400.000 dakika = 290.000 saat eder!
290.000 saat = 12.083 gün eder!
12.083 gün = 402 ay eder!
402 ay = 33.5 yıl eder.
Yani yaklaşık bir sene boyunca Nuh'un ve beraberindekilerin uyumadan, beslenmeden, tuvalete bile gitmeden 8 milyon.700 bin çift canlıyı bulup ve düzgünce her birini kendi yerine yerleştirdiğini ve bunu bir dakika içinde yaptığını varsaydım.
"Akıl ve mantığın dışına çıkmayan İslamiyet"i görüyorsunuz.
Kamer Suresi, Ayet 1: Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.
Bu sureye göre kıyametin yaklaşmasının bir belirtisi olarak, yaşadığımız gezegenin uydusu olan Ay, ikiye bölünüyor!
Olay şu: Muhammed’e inanmayan kimi Mekke’liler, ondan bir mucize göstermelerini istiyor. O da dünyanın uydusu ayı ikiye bölerek bir parçasını Hira Dağı’nın bir tarafına, diğer parçasını da diğer tarafına düşürüyor! Hira Dağı’nın yüksekliği 780 metredir.
"Abdullah İbn Mes’ud anlatıyor:
Peygamberle birlikte Mina’daydık. Birden ay ikiye bölündü. Bu parçalardan biri, dağın arkasına, biri de dağın beri yanında kaldı. İşte o sırada peygamber: "(Bakın da) tanık olun!" dedi." (3)
Bu hadis, Müslim’de de bulunmaktadır.
Ay hakkında birkaç bilgi:
Dünyaya uzaklığı 384.403 km’dir.
Çapı 3.474 km’dir.
Yarı büyük eksen 384.399 km (0,00257 AU)
Enberi 363.104 km (0,0024 AU)
Enöte 405.696 km (0,0027 AU)
Dışmerkezlik 0,0549
Dolanma Süresi 27,321582 gün (27 gün 7 saat 43.1 dakika)
Kavuşum Süresi 29,530588 gün (29 gün 12 saat 44.0 dakika)
Ortalama Yörünge Hızı 1,022 km/s
En Yüksek Yörünge Hızı 1,082 km/s
En Düşük Yörünge Hızı 0,968 km/s
Yörünge Eğikliği 18,29° - 28,58°
Yer Ekvatoru'na 5,145° Tutulum Düzlemine
Uydusu Olduğu Cisim Yer (4)
Şimdi bir karşılaştırma yapalım:
Saniyede 1000 km hız ile hareket eden ve çapı 3.474 km olan 384 milyon metre uzaklıktaki bir cisim ikiye ayrılarak dünyaya "düşecek" ve her bir parçası kendisinden yüzlerce kez daha büyük ve yüksek olduğu halde Hira’nın önüne ve arkasına yerleşecek. Görünen o ki, ikiye bölünen ayın her bir parçası Hira Dağı'nın yanına öylesine "yumuşak iniş" yapıyor ki, hiçbir iz bırakmıyor ve hiçbir insan bunu görmüyor, duymuyor! Ayrıca, 384 milyon metreden yaşadığı gezegenin dörtte bir boyutundaki uyduyu ikiye ayıran(!) Muhammed'in birkaç "kafirden" kaçıp bir mağaraya saklanarak örümcek tarafından kurtarılması(!) da ayrı bir konu!
"Akıl ve mantığın dışına çıkmayan İslamiyet"i görüyorsunuz.
Bunun gibi değişik yüzlerce "akıl ve mantık"(sızlık) örneğine Kur’an’da hem de bol miktarda rastlamak gayet kolaydır ancak bu kadarla da sınırlı değildir. İslamiyet ve onun "Her şeyi bilen tanrısı" kusursuz bir cahillik örneği de sunmaktadır. İki ayet ile örneklendireyim:
Tarık Suresi, Ayet 5: Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın.
Tarık Suresi, Ayet 6: Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı.
Tarık Suresi, Ayet 7: Bu su, bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar.
"Her şeyi bilen" İslam’ın tanrısı, "yarattığı" insanın nasıl oluştuğunu böyle söylüyor!
Peki, bilim ne diyor, ona bakalım:
"Erkeğin bir cinsel organı olup, meni (sperm-ersuyu) ve seks hormonu üremesini sağlarlar. Penisin altında skrotum denilen bir torba içindedirler. Testisler daha bebek anne karnında iken bebeğin karnında oluşur ve doğumdan öncede normal olarak torbaya inerler. Testisler çift olarak bulunurlar. Çift olmasının amacı eğer bir tanesine bir şey olur ve çalışamaz hale gelirse diğeri ile kişinin üreme ve hormonal faaliyetinin devam etmesi içindir. Yumurta şeklinde ve hafifçe basıktırlar. Büyüklükleri kişiden kişiye değişmekle beraber, her biri ortalama 20-30 gr ağırlı-ğında,4-5 cm uzunluğunda ve 2-2,5 cm kalınlıktadırlar. İkisi de yaklaşık aynı büyüklüğe sahiptir ama sol taraftaki biraz daha aşağıdadır.
-Üreme kanallarından boşaltılan meniyi üretirler,
Dünyaya uzaklığı 384.403 km’dir.
Çapı 3.474 km’dir.
Yarı büyük eksen 384.399 km (0,00257 AU)
Enberi 363.104 km (0,0024 AU)
Enöte 405.696 km (0,0027 AU)
Dışmerkezlik 0,0549
Dolanma Süresi 27,321582 gün (27 gün 7 saat 43.1 dakika)
Kavuşum Süresi 29,530588 gün (29 gün 12 saat 44.0 dakika)
Ortalama Yörünge Hızı 1,022 km/s
En Yüksek Yörünge Hızı 1,082 km/s
En Düşük Yörünge Hızı 0,968 km/s
Yörünge Eğikliği 18,29° - 28,58°
Yer Ekvatoru'na 5,145° Tutulum Düzlemine
Uydusu Olduğu Cisim Yer (4)
Şimdi bir karşılaştırma yapalım:
Saniyede 1000 km hız ile hareket eden ve çapı 3.474 km olan 384 milyon metre uzaklıktaki bir cisim ikiye ayrılarak dünyaya "düşecek" ve her bir parçası kendisinden yüzlerce kez daha büyük ve yüksek olduğu halde Hira’nın önüne ve arkasına yerleşecek. Görünen o ki, ikiye bölünen ayın her bir parçası Hira Dağı'nın yanına öylesine "yumuşak iniş" yapıyor ki, hiçbir iz bırakmıyor ve hiçbir insan bunu görmüyor, duymuyor! Ayrıca, 384 milyon metreden yaşadığı gezegenin dörtte bir boyutundaki uyduyu ikiye ayıran(!) Muhammed'in birkaç "kafirden" kaçıp bir mağaraya saklanarak örümcek tarafından kurtarılması(!) da ayrı bir konu!
"Akıl ve mantığın dışına çıkmayan İslamiyet"i görüyorsunuz.
Bunun gibi değişik yüzlerce "akıl ve mantık"(sızlık) örneğine Kur’an’da hem de bol miktarda rastlamak gayet kolaydır ancak bu kadarla da sınırlı değildir. İslamiyet ve onun "Her şeyi bilen tanrısı" kusursuz bir cahillik örneği de sunmaktadır. İki ayet ile örneklendireyim:
Tarık Suresi, Ayet 5: Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın.
Tarık Suresi, Ayet 6: Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı.
Tarık Suresi, Ayet 7: Bu su, bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar.
"Her şeyi bilen" İslam’ın tanrısı, "yarattığı" insanın nasıl oluştuğunu böyle söylüyor!
Peki, bilim ne diyor, ona bakalım:
"Erkeğin bir cinsel organı olup, meni (sperm-ersuyu) ve seks hormonu üremesini sağlarlar. Penisin altında skrotum denilen bir torba içindedirler. Testisler daha bebek anne karnında iken bebeğin karnında oluşur ve doğumdan öncede normal olarak torbaya inerler. Testisler çift olarak bulunurlar. Çift olmasının amacı eğer bir tanesine bir şey olur ve çalışamaz hale gelirse diğeri ile kişinin üreme ve hormonal faaliyetinin devam etmesi içindir. Yumurta şeklinde ve hafifçe basıktırlar. Büyüklükleri kişiden kişiye değişmekle beraber, her biri ortalama 20-30 gr ağırlı-ğında,4-5 cm uzunluğunda ve 2-2,5 cm kalınlıktadırlar. İkisi de yaklaşık aynı büyüklüğe sahiptir ama sol taraftaki biraz daha aşağıdadır.
-Üreme kanallarından boşaltılan meniyi üretirler,
-Direk olarak kan damarlarına gönderilen hormonları üretirler." (5)
"Sperm hücrelerinin geliştiği testisler, oval biçimde bir çift organdır. Vücut dışında torba içinde asılı olarak bulunurlar. Her testis yaklaşık olarak 1000 adet, kendi üzerinde kıvrımlar yapmış seminifer tüpçüklerden oluşur. Seminifer tüpçüklerin iç yüzeyi 3-4 tabaka sperm ana hücresiyle örtülüdür. Sperm ana hücreleri mayoz bölünme geçirerek çok sayıda sperm hücresi oluşturur. İlk oluştuklarında hareketsiz olan spermler (spermiyum), seminifer tüpçüklerden epididimis kanalına geçerler. Yaklaşık 6 m. uzunluğundaki epididimis kanalında spermiyumlar, 10-18 gün kadar kalabilirler. Burada spermler hareket ve dölleme özelliği kazanarak kısa sürede olsa depolanırlar. Olgunlaşan spermler epididimis kanalından, sperm kanalına geçerler.
"Sperm hücresi, hipofiz bezinden gelen hormonal sinyaller sonucunda testisteki seminifor kanallarında yapılıyor. Bu kanalların dış tarafında destek görevi gören Sertoli hücreleri, iç tarafında da sperm üretimi yapan germinal hücreler bulunuyor. Spermler yaklaşık 13 aşamadan geçerek asıl şeklini alıyor. Bu aşamalar sırasında spermlerdeki kromozom sayısı 46’dan yarıya yani 23’e indiriliyor. Bu sayede kadın yumurtasıyla birleşmeye hazır hale geliyor. Spermin bu aşamalardan geçmesi yaklaşık 74 gün sürüyor. Bu sürenin sonunda meydana gelen sperm seminifor kanalının içerisine bırakılıyor. Bu kanalları takip eden spermler, testisin yukarı kısmında, epididim denilen bölgede bir araya geliyor. Burası spermler için adeta bir depo görevi görüyor. Daha sonra spermler ana sperm kanalı olan vaz deferense giriyor ve bu yolu takip ederek, dışarı çıkacakları yer olan idrar kanalının arka tarafına ilerliyor. Spermin gelişimini tamamlamasında, 2-3 gün süren bu yolculuğun da oldukça önemi var. Spermler, kadın yumurtasın delebilecekleri hareket ve gücü bu yolculuk sırasında kazanıyorlar. Boşalma sırasında büyük bir basınçla idrar kanalına bırakılan spermler, prostat ve seminal keselerde oluşan sıvılarla birleşerek, penis ucundan tazyikle dışarı çıkıyorlar. Bu sırada idrar kesesinin kapanması nedeniyle meni geriye akmıyor, sadece ileriye, yani dışarı doğru ilerliyor." (6)
Demek ki sperm, bel ile kaburga kemiklerinin arasından değil, testislerden gelmektedir ve bu İslamiyet’in "her şeyi bilen" tanrısının (7) aslında kuru bir cahil olduğunu ispatlamaktadır.
Lokman Suresi, Ayet 10: Allah gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.
Ayete göre Allah, depremleri engellemek için dağları yaratmış. Görünen o ki, Allah dağları "gerekli ağırlıkta" yarat(a)mamış! Yoksa niye günün her dakikası içinde dünyanın değişik bölgelerinde depremler olsun! Ya da, acaba dağlar, tanrı tarafından "insanlar sarsılmasın" diye yaratıldığını bilmiyorlar mı?
Şimdi böylesi cahilliğe kim, ne diyebilir, dağlar ne "diyebilir"?
Benzer ayetler Enbiya ve Nahl surelerinde de bulunmaktadır.
"Sperm hücrelerinin geliştiği testisler, oval biçimde bir çift organdır. Vücut dışında torba içinde asılı olarak bulunurlar. Her testis yaklaşık olarak 1000 adet, kendi üzerinde kıvrımlar yapmış seminifer tüpçüklerden oluşur. Seminifer tüpçüklerin iç yüzeyi 3-4 tabaka sperm ana hücresiyle örtülüdür. Sperm ana hücreleri mayoz bölünme geçirerek çok sayıda sperm hücresi oluşturur. İlk oluştuklarında hareketsiz olan spermler (spermiyum), seminifer tüpçüklerden epididimis kanalına geçerler. Yaklaşık 6 m. uzunluğundaki epididimis kanalında spermiyumlar, 10-18 gün kadar kalabilirler. Burada spermler hareket ve dölleme özelliği kazanarak kısa sürede olsa depolanırlar. Olgunlaşan spermler epididimis kanalından, sperm kanalına geçerler.
"Sperm hücresi, hipofiz bezinden gelen hormonal sinyaller sonucunda testisteki seminifor kanallarında yapılıyor. Bu kanalların dış tarafında destek görevi gören Sertoli hücreleri, iç tarafında da sperm üretimi yapan germinal hücreler bulunuyor. Spermler yaklaşık 13 aşamadan geçerek asıl şeklini alıyor. Bu aşamalar sırasında spermlerdeki kromozom sayısı 46’dan yarıya yani 23’e indiriliyor. Bu sayede kadın yumurtasıyla birleşmeye hazır hale geliyor. Spermin bu aşamalardan geçmesi yaklaşık 74 gün sürüyor. Bu sürenin sonunda meydana gelen sperm seminifor kanalının içerisine bırakılıyor. Bu kanalları takip eden spermler, testisin yukarı kısmında, epididim denilen bölgede bir araya geliyor. Burası spermler için adeta bir depo görevi görüyor. Daha sonra spermler ana sperm kanalı olan vaz deferense giriyor ve bu yolu takip ederek, dışarı çıkacakları yer olan idrar kanalının arka tarafına ilerliyor. Spermin gelişimini tamamlamasında, 2-3 gün süren bu yolculuğun da oldukça önemi var. Spermler, kadın yumurtasın delebilecekleri hareket ve gücü bu yolculuk sırasında kazanıyorlar. Boşalma sırasında büyük bir basınçla idrar kanalına bırakılan spermler, prostat ve seminal keselerde oluşan sıvılarla birleşerek, penis ucundan tazyikle dışarı çıkıyorlar. Bu sırada idrar kesesinin kapanması nedeniyle meni geriye akmıyor, sadece ileriye, yani dışarı doğru ilerliyor." (6)
Demek ki sperm, bel ile kaburga kemiklerinin arasından değil, testislerden gelmektedir ve bu İslamiyet’in "her şeyi bilen" tanrısının (7) aslında kuru bir cahil olduğunu ispatlamaktadır.
Lokman Suresi, Ayet 10: Allah gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.
Ayete göre Allah, depremleri engellemek için dağları yaratmış. Görünen o ki, Allah dağları "gerekli ağırlıkta" yarat(a)mamış! Yoksa niye günün her dakikası içinde dünyanın değişik bölgelerinde depremler olsun! Ya da, acaba dağlar, tanrı tarafından "insanlar sarsılmasın" diye yaratıldığını bilmiyorlar mı?
Şimdi böylesi cahilliğe kim, ne diyebilir, dağlar ne "diyebilir"?
Benzer ayetler Enbiya ve Nahl surelerinde de bulunmaktadır.
Bir ateist her şeye rağmen bu dinlere ve Tanrı anlayışlarına açıkça karşı çıkmakta genelde de farklılıklarını düşünmeden her üçünü birden inkâr etmektedir.
|
Kavramlar bilerek kullanılmalıdır.
Batı dünyasında ortaya çıkan felsefî ateizmin her ne kadar aşkın bir varlığa ya da yaratıcıya karşı tepki olarak ortaya çıktığı düşünülse de insanların inançsızlığa doğru sürüklenmesinde hıristiyanlığın kendine özgü yorumlarının ve kilise öğretilerinin de büyük rolü olmuştur. Nitekim İslâmiyet'in hıristiyanlıkla ilgili karşı çıktığı pek çok unsurun içerisinde bunlar bulunmaktadır. Ateistler açısından eleştiri konusu olan ve belki de dinden kopma sebebi olan bu inançların büyük bir kısmı müslümanlar tarafından da reddedilmiştir.
|
“Tepki” meselesine biraz önce değindiğim için tekrar aynı yerde değinmek istemiyorum ancak insanların “inançsızlığa doğru sürüklenmesinde” Hıristiyanlığın hiçbir rolü olmadığı gibi, bu din ateizme (materyalizme) yönelik davranışları vahşilik içeren büyük bir şiddet ile bastırmış veya bastırmaya çalışmıştır. Örneklerinden birkaçını sunduğum için burayı da geçerek size tanrı savını ve dinleri reddedişlerdeki artışların nedenini bir kez daha yineleyeyim: Bu, çağdaş anlamda devrimci sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte, bilim ve teknoloji alanlarındaki gelişme sayesinde olmuştur. Kamer suresini okuyan biri, bu saçmalıktır diyor. Ankebut’u, Mirac’ı, Bakara’yı okuyanlar, “Hadi canım sende!” diyorlar; çünkü bunların bilimsel karşılıklarını biliyorlar.
Tamamen yanılgı ve bilgisizlik içindesiniz.
2. İdeoloji Nedir? (İdeolojik Etken Ve İdeolojik Biçimler)
"İdeolojilerin rolüne ayrılmış olan bu bölüme birkaç tanımlama ile başlayacağız.
İdeoloji dediğimiz şey nedir? İdeoloji diyen, her şeyden önce fikir (idée) demektedir. İdeoloji, bir bütün, bir teori, bir sistem, hatta bazen yalnızca bir zihniyet oluşturan fikirlerin tümüdür." (8)
8) Materyalizm: İdealizmin karşıtı, biricik bilimsel felsefe akımı. Materyalizm ikiye ayrılır: Her insanın dış dünyanın objektif varlığına spontane inanışı ve spontane materyalizmi bilimsel olarak derinleştiren ve geliştiren felsefi dünya görüşü. Felsefi Materyalizm’e göre, madde birincil, bilinç ikincildir. Materyalizm dünyanın ezeli ve ebediliğini (öncesizliğini ve sonrasızlığını), Tanrı tarafından yaratılmış olmadığını ve de zaman ve mekânda sonsuzluğunu kabul eder. (9)
Bilinci, maddenin bir ürünü olarak kabul eden Materyalizm, onu objektif dünyanın yansısı sayar ve bundan ötürü dünyanın bilinebilirliğini kabul eder. Felsefe tarihinde Materyalizm, bir kural olarak, dünyayı doğru bir biçimde anlamakta ve insanın doğa üzerindeki kudretini artırmakta yararı bulunan ilerici sınıf ve tabakaların dünya görüşüdür. Materyalizm, bilim alanındaki ilerlemeleri özetleyerek, bilimsel bilgi ve metotların gelişimini hızlandırmıştır; buysa, insanın pratik faaliyetini ve üretim güçlerinin gelişimini etkilemiştir.
9) İlmi: Arapça’dan Osmanlıca’ya, oradan da Türkçe’ye geçmiştir. Günümüzdeki Türkçe ile "Bilimsel"dir. "Bilimsel", "Bilime uygun olan" demektir. Bilim ise, ulaşılabildiği kadarıyla doğanın ve toplumun pratik deneyimleri sırasında doğruluğu "ispatlanan" ve sürekli olarak dakikleşen "Bilgi"nin tarihsel gelişme sistemini temsil eden bir sosyal bilinç formudur. Şimdi yukarıdaki alıntıyı inceleyelim.
Hele Bak Sen Şu İşe!
Kısaca inançsızlık ya da tanrıtanımazlık olarak ifade edilen ateizm, bazan zihinde Tanrı fikrinin bulunmaması (mutlak ateizm), bazan Tanrı'nın varlığının bilinçli bir biçimde reddedilmesi (teorik ateizm), bazan Tanrı yokmuş gibi yaşam sürülmesi (pratik ateizm), bazan Tanrı'nın varlığı tartışmalarına ilgisiz kalınması (ilgisizlerin ateizmi), bazan da ideolojik (materyalist) bir kabul biçiminde (ilmî ateizm) ortaya çıkmıştır.
Sıralayayım:
1) "…zihinde Tanrı fikrinin bulunmaması (mutlak ateizm)":
2) "…Tanrı'nın varlığının bilinçli bir biçimde reddedilmesi (teorik ateizm)":
3) "…Tanrı yokmuş gibi yaşam sürülmesi (pratik ateizm)":
4) "…Tanrı'nın varlığı tartışmalarına ilgisiz kalınması (ilgisizlerin ateizmi)":
5) "…ideolojik (materyalist) bir kabul biçiminde (ilmî ateizm)":
İki şekilde ele alabiliriz: Diyanet’in anladığı İslami yöntemle ve diyalektik materyalizm yöntemiyle…
Birkaç ayet sunarak İslami açıdan giriş yapayım; konuşan "Allah"tır:
Secde Suresi, Ayet 13: "Eğer dileseydik herkese hidayetini verirdik."
Yunus Suresi, Ayet 99: "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekün iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü'min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?"
İnsan (Dehr) Suresi, Ayet 30: "Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."
Tekvir Suresi, Ayet 29: "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."
İslamiyet’te "Külli irade" ve "Cüz-i irade" denilen iki "irade türü" vardır. Her ne kadar "Cüz-i irade"den kasıt, "kulların özgür davranabileceği" iddiasını dillendirse de, bunun “Külli irade” içinde hiçbir hükmünün olmadığı ve olamayacağını yukarıdaki ayetler net bir şekilde açıklamaktadır. Dolayısıyla kafa karıştırmaktan, beyinleri köreltmekten başka da bir işe yaramamaktadır.
İster "…zihinde Tanrı fikrinin bulunmaması…"nı ister sıraladığınız diğer maddeleri olsun yadırgamak, aslında inandığınız(ı iddia ettiğiniz) "Allah"ı keyfinizce değerlendirdiğinizi göstermekten başka bir şeye yaramaz; çünkü yukarıdaki ayetleri (iddianıza göre) gönderen, "Allah"tır ve bundan asla "şüphe edilemez"! "Kullarından bazılarının" zihninde "Allah fikri" bulunmasını "Allah’ınız" "dilememiş"; "… bilinçli bir şekilde" kendisinin reddedilmesini "Allah’ınız istemiş; "Tanrı yokmuş gibi yaşam sürmesini" "Allah"ınız istememiş; durum böyle olunca ateizme ateş püskürmeniz ve gördüğünüz yerde katletmeniz de neyin nesi ki! Allah’ınızı severseniz(!), size ne oluyor? Yoksa sizler, inandığınızı iddia ettiğiniz "Allah"a alternatif Allah" mısınız ki, O’nun dediklerini ve "dilediklerini" yok sayarak kendi dediklerinizi zorbaca yaptırmaya çalışıyorsunuz.
Çarpılırsınız!
Belki de "çarpılmazsınız", kim bilir! Çünkü Nisa Suresi, Ayet 82’de olduğu gibi, "Hâlâ Kur'an'ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı." diyen "Allah"ınız, sonra onlarca ayette olduğu gibi "kesin, öldürün, savaşın" buyruklarını sıralamakta, böylece siz "yarım akıllıların" kafalarını karıştırmaktadır; aşağı tükürseniz sakal, yukarı tükürseniz bıyık… Bu yönüyle de gerçekten "haklısınız", işiniz çok zor!
Bakın, yukarıdakilere ek olarak gönderdiği(!) bir başka ayette "Rabbiniz"in ne dediğini birlikte okuyalım:
En’am Suresi, Ayet 11: "Biz onlara melekleri de indirseydik, kendileriyle ölüler de konuşsaydı ve her şeyi karşılarında (hakikatın şahidleri olarak) toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (abç)
“Allah dilemedikçe, yine de iman edecek değillerdi.”
"Allah" istemediği için insanlar isteseler bile iman edemiyorsa, yani bunun engelleyen bizzat sizin "Allah"ınız ise (ki öyle!) sizin "İslam’a / imana" olan çağrılarınız (cihatlarınız) acaba neye hizmet ediyor?
Cevaplayayım: Katliamlarla, baskılarla insanları sindirmeye ve sömürmeye hizmet ediyor. Bu konuda peygamberinizden günümüze kadar tarihinizin sayfalarında oluk oluk kan var, çığlık çığlık zulüm var, katmer katmer sömürü var, insanı köle yapmak var. İktidarı gasp etmek ve pastadan pay alabilmek için "en mü’min"leriniz bile; mesela peygamberiniz Muhammed’in amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı olan "Hz. Ali" ile Muhammed’in altı yaşında yanına alıp dokuz yaşında gerdeğe girdiği karısı "Hz. Aişe"nin "cenneti ve mü’minliği" bir anda kapı dışarı edip birbirleriyle binlerce insanın ölümüne neden olan iktidar kavgasına girmesi, bu savımı doğrulayan yüzlerce kanıttan biridir.
Yine yüzlerce örnek ile bu konu daha da uzatılabilir ama "İslami açıdan" ele alınmasının bir anlamı bundan fazla olamayacağından, konuyu, "elleri, ayakları, zekası" olan insansı "İslamiyet'in Tanrısı"na ait birkaç örnek ile sonlandırmak ve diyalektik materyalizm yoluyla ele almak istiyorum.
Allah’ın Şekli-Şemalı ve Merak!
İnanan herkes "Allah”ını merak eder: Elinin-ayağının olup olmadığı, yüzünün şekli, gözleri, oturup oturmadığı, nasıl kızdığı ve kızarken şeklinin şemalının nasıl olduğu, sevinmişse nasıl gülümsediği, niye bu kadar adaletsiz bir yaşam yarattığı, vb. vb. hep merak konusudur. Merak konusu olmasına merak konusudur, ama insanlar korktuğu için yüksek sesle açıklayamasa da, hatta aklına gelir gelmez, "cehennem azabından” korktuğu için kendini başka düşüncelere veya hayallere yönlendirerek zihninden uzaklaştırmaya çalışsa da, bu merak hep vardır. İnanır, korku yüzünden kendine dahi dillendiremez.
Örneğin, kimi ayetler diyor ki:
Şura Suresi, Ayet 11: O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
İhlâs Suresi, Ayet 4: Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir.
Durum böyle olunca inanır günaha girdiğini düşünecek ve korkuya kapılacaktır, çünkü bir insan "hiçbir şeye benzemeyen” bir şeyi bilemez ve hayalini bile kuramaz. "Hiçbir şeye benzemeyen"i bir şeye "benzetmeye” çalışacak, zihninde ilginç slüetler birbirini kovalayıp duracaktır. Bir milyon insan kafasında canlandırmaya çalışsa, bir milyon çeşit "Allah” imajı oluşacak ki, Allah korusun; "şirk koşmuş” olur! Eh, şirk koşanların cezası belli:
Nisa Suresi, Ayet 116: Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez ama bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan, dönüşü olmayan bir sapıklığa dalıp gitmiştir.
Zümer Suresi, Ayet 65: Yemin olsun, sana da senden öncekilere de şu vahyedilmiştir: Eğer şirke saparsan amelin kesinlikle boşa çıkar ve mutlaka hüsrana düşenlerden olursun.
Tabi ki tüm inanırlar böyle değil. Aralarında "cehennemi" göğüsleme pahasına da olsa hayal edenler var ve eğer "Allah"ın şekliyle-şemalıyla ilgili bir hayal kurarsa, kaçınılmaz olarak şöyle veya böyle ama mutlaka insana benzetecektir. Çünkü insana benzetmenin de zemini var: Deniyor, görüyor, işitiyor, seviniyor, anlıyor, kızıyor, küfür veya beddua ediyor, bağışlıyor, ödüllendiriyor, sözler veriyor falan…
Konuyla ilgilenenlerin bildiği gibi, Kur’an (ki, inanırlar "Tanrı kelamı" (Allah’ın sözleri) olduğu savındadır!), içinde akıl almaz çelişkileri ve karşıtlıkları içermektedir. Öyle ki, okuyunca, "Allah Allaahh, bir "Allah" böyle bir çelişkiye nasıl düşer?! " diye şaşırırız, çünkü bizlere "öğretildiği" şekliyle Allah, her anlamda ve her alanda sonsuz bir güce ve bilgiye sahiptir! İslam’ın "Allah”ı, kendi "kelamı" olan Kur’an’da, Kur’an’ın doğruluğuna ait birçok ayet sıralayıp peşinden de yeminler etmesi konumuz değil, ama bununla ilgili birkaç ayeti birlikte okuyalım:
Nisa Suresi, Ayet 82: "Hâlâ Kur'an'ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”
Kaf Suresi, Ayet 29: "Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullara zulmedici değilim."
En’am Suresi, Ayet 34: "Andolsun ki, senden önce de birçok Peygamberler yalanlanmıştı da onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine karşı sabretmişler ve nihayet kendilerine yardımımız yetişmişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek bir güç de yoktur. Andolsun peygamberler ile ilgili haberlerin bir kısmı sana gelmiş bulunuyor."
En’am Suresi, Ayet 111: "Rabbinin kelimesi (Kur'an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."
Feth Suresi, Ayet 23: "Allah'ın öteden beri işleyip duran kanunu (budur). Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın."
Fatır Suresi, Ayet 43: Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır. Onlar ancak öncekilere uygulanan kanunu bekliyorlar. Sen Allah'ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen Allah'ın kanununda hiçbir sapma bulamazsın.
Ahzab Suresi, Ayet 62: Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın kanununda asla değişme bulamazsın.
Konuşan Allah’tır ve diyor ki, "Benim sözlerimde hiçbir çelişki yok!”
Oysa bir konuyla ilgili olarak bir şey söyleyen "Allah”, aynı konuyla ilgili olarak bir başka yerde bir başka şey söylemektedir.
Bu konudaki çarpıcı örneklerden biri, Enfal Suresi’dir. 65ci ve 66cı ayetlerini birlikte okuyalım:
Enfal Suresi, Ayet 65: Ey Peygamber! Müminleri çarpışmaya teşvik et! Sizden sabırlı yirmi kişi olsa, küfre sapanların iki yüzüne galip gelir; sizden yüz kişi olsa, onların binine galebe çalar. Çünkü onlar gereğince anlamayan bir topluluktur.
Enfal Suresi, Ayet 66: Şimdi, Allah yükünüzü hafifletti. Bilmiştir ki, sizde bir zaaf var. İçinizden sabırlı yüz kişi olsa, iki yüz kişiye galip gelir; sizden bin kişi olsa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galebe çalar. Allah, sabredenlerle beraberdir!
İslam’ın Allah’ını görüyorsunuz değil mi?
Kur’an’daki çelişkili ayetleri yeri geldiğinde buraya aktaracağım ama anımsatmakta yarar var; Hadislerdeki çelişki çok daha fazladır. Çelişkiler, Kur’an yorumcularınca bir "açıklama" ile giderilmeye çalışılır ki(!), buna "Nesh" denir. Bununla yetinilmez; aynı durum tamamen rivayetlerden, yani söylentilerden oluşan "Hadisler" için de geçerlidir. Kur’an yorumcuları, Hadislerde de bir "açıklama” yarışına girerler. Oysa Allah:
Zuhruf Suresi, Ayet 2 ve 3: O ayan-beyan konuşan Kitap'a yemin olsun ki, biz onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an yaptık.
demektedir! Arapça bilmeyen toplumlara ait insanların nasıl "akıl erdireceği" ayrı bir soru olarak karşımıza çıkmakla birlikte, Allah’ın, "ayan-beyan" (apaçık) olarak nitelediği bir kitabı "açıklamak"ın neyin nesi olduğunu sorarak devam edeyim: "Nesh"in bir başka anlamı ise bir şeyi, bir başka şey ile gidermektir ancak bu anlamın konumuzla bir bağlantısı (şimdilik) yoktur.
Kur’an, inanırlar tarafından çoğunlukla olduğu gibi, sorgulamaksızın kabul edilirken, her ne kadar "Sahih" olarak "saptansa" da, birçok Hadis’e kuşkulu yaklaşılmakta, işlerine gelmediği zaman ilgili Hadis’in bir uydurma olduğunu söylemekten de geri durmamaktalar. Artık neye, nasıl karar kılıp inandıkları kendilerini ilgilendirmektedir.
Dipnotlar:
_________
1) Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sosyal yayınları, sf. 17
2) Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz”ünden...
3) wikipedia.com
4) hastarehberi.com/uroloji/uroloji5/testislervesperm.htm ve 7gunsaglik.com/erkek-ureme-sistemi.html
5) alikadayifci.com/erkek-sagligi/spermin-olusumu-ve-yapisi/
6) Kur’an iddia edildiği gibi “Tanrı tarafından Muhammed’e vahiy ile” gönderilmemiş, bizzat Muhammed ve çevresindekiler tarafından “günün koşullarına (ve tabi ki çıkarlarına göre) yazılmıştır. Bu durum, olmayan bir “tanrı”nın cahilliğinin değil, ama Muhammed’in cahilliğinin bir göstergesidir. Fatiha suresini okuduğunuz zaman, bunu hemen fark edeceksiniz.8) Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sosyal yayınları, sf.220
9) Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü ve internetteki değişik siteler.










0 Yorumlar:
Yorum Gönder