Paylaşımlarımla zenginleşin, paylaşımlarınızla zenginleştirin! "Sevdiğimi Haykırsam Anadolu'ma" isimli şiir kitabım "Artshop Yayınları" tarafından çıkarılmıştır. Kitapevlerinden arayabilirsiniz.
Okunan her kitap, aklın ve gözlerin rengini değiştirir. Linki verilen "Gökyüzü Kitapevi" sizler için hazırlanmıştır.
Şu an üç farklı seri yazım devam etmektedir. Okumanızı öneririm.
Bilim ve Teknoloji alanındaki gelişmelerden haberler... İşinize yarar :)
İslam'ı bilmeden savunmayın. Okuyun, anlayın benimseyin ve sonra savunun.
"Onur" ile "Çağlar" arasında geçen edebi sohbetleri içermektedir.
Belli alanlarda isim yapmış insanlarla mini "polemik" yapmaktayım. Paylaşımlarınızı ve katkılarınızı bekliyorum.
Değişik konularda mizah içerikli paylaşımlar yapmaktayım. Yüzünüzden gülücükler eksik olmasın :)
Home » » Babam ve Oğlum (Sinema Filmi Eleştirisi)

Babam ve Oğlum (Sinema Filmi Eleştirisi)

Gönderen : Onur Çağlar Tarih : 9 Aralık 2014 Salı Saat : Aralık 09, 2014


Filmin Konusu

12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlük öncesi devrimci olduğu için tutuklanan ve gördüğü işkenceler sonucu hastalanan Sadık isimli gencin hastalık dönemi ve ölümü üzerine yapılan “Aslında devrimcilik gerek­sizdi” propagandası eşliğinde kitlelerin bireyselliğe yönlendirilmesi.

Kullanılan Araç: Feodal-hümaniter duyguların dram­sal kullanımı.
Mekân: Konuşulan aksanlara bakılırsa, Ege’nin bir bölgesi.
Sosyal Çevre: Hüseyin ağanın ailesi, baldızı ve Sa­dık’ın birkaç arkadaşı.
Zaman: 12 Eylül 1980 ile başlayan ve Deniz’in okula başlamasıyla geçen süreç: 1980-1987 (Tahminen)

Dönemin Objektif Siyasal Konumu

12 Eylül öncesi görece aktif olan devrimci siyasal ha­reketlerin bu tarihte yapılan bir cunta ile pasifleştiril­mesi bilinmektedir. 12 Eylül cuntasının en önemli özelliği, kendisinden önceki iki cunta gibi sadece ör­gütsel darbe vurmamış, ideolojik olarak da ağır yaralar açmış, daha açık bir söylemle devrimci hareketlerin kendi sınıfsal duruşlarındaki kararlılığını ortaya çıkar­mıştır. Çünkü azgınca, dur-durak bilmeyen askeri faşist diktatörlük sadece “saptanan” devrimci sosyalistlere değil, başta işçi sınıfı olmak üzere köylülüğe de sal­dırmış ve sindirmeyi başarabilmiştir. Özellikle fabri­kalarda grevlerin ve diğer boykotların yasaklanması ve kimi yerde 8 olan ikramiyeyi en çok dört ikramiye ile sınırlamı, köylüler ise adeta evi ve tarlası arasına hap­sedilmiştir. Kuşkusuz ki bundan memurlar da nasibini almıştır. Cuntacı generallerin çıkardıkları emir-yasa­larla memurların da hareketsizliği sağlanmıştır.

12 Eylül öncesinde devrimci eylemlerin diğer bölgelere göre Ege bölgesinde biraz daha zayıf olması, film ya­pımcılarının filmi bu bölgede çekmelerinin de nedenle­rinden biri olarak görünmektedir.

Filmin Kahramanlarının Sınıfsal Kökeni

Olayların konu edildiği ve kendisiyle sınırlı tutulduğu Hüseyin Ağa ve ailesinin üretim ve ticari ilişkilerine değinilmediği için net gösterilmemekle birlikte, sanki “orta düzey” bir toprak ağası konumundaki orta (ulu­sal) burjuvaziye denk düşmektedir.

Filmin yapımcıları hakkında hiçbir bilgimin olmaması, filme ilişkin eleştirimin zayıflığının nedenidir.

Filmin Özeti

“Dönek devrimcilerin” yanında gazeteci olarak çalışan Sadık, yazdığı yazının yayınlanmamasına sinirlendiği için alkol almıştır, eve sarhoş girer. Eşi hamiledir, do­ğum yakındır. Geceleyin doğum sancıları gelir; tel açarlar taksiye ama taksi gelmez. Komşu dairelerin ka­pısını vurur yardım etmeleri için, kimse açmaz. Sadık, eşini hastaneye yetiştirmeye çalışmaktadır. Dışarı çık­tıklarında da yardım ister ama tüm sokaklara mezarlık sessizliği egemendir. Eşine doğumu kendisi yaptırır; doğum gerçekleşir ama, anne ölmüştür.

Sabaha kadar bekler. Günün ışımasına yakın askerlerle karşılaşır ve askerlerden darbe yapıldığını öğrenir: So­kakların (ve insanların) sessizliğinin nedenini anlar.

Sadık, kendisine yapılan işkencelerin halâ psikolojik etkisi altındadır, kâbuslar görür.

12 Eylül gecesi doğan Sadık’ın oğlu Deniz, 6-7 yaşla­rına gelmiştir.

Sadık’ın babası Hüseyin Ağa, oğlu ile küstür. O, ken­disini ziraat okuması için İstanbul’a göndermiş ama Sadık “anarşik” eylemlere karıştığı için üzülmüştür. Küsmesinin de nedeni zaten budur. İstanbul’da Ziraat Fakültesi’nin bulunmaması ise bir hayli ilginçlik yara­tıyor filme.

Hastalığını bilen Sadık, bunu oğlundan saklamaktadır. Oğlunu babası Hüseyin Ağa’nın yanına bırakmak için köyüne gelir ama Hüseyin ağa, oğluyla da, torunuyla da konuşmaz.

Sadık’ın annesi aralarını düzeltmeye çalışır ve so­nunda bunu başarır. Deniz’i atların yanındaki dedesine gönde­rir ve “ilk yakınlaşma” burada başlar.

Amerikan çizgi romanlarının derin etkisinde olan De­niz’e, dedesi bir dükkândan Teksas, Tommiks alır. Eve gelirken oğlu ile karşılaşır; Sadık konuşmak ister ama, Hüseyin ağa yine konuşmaz.

Eski arkadaşlarıyla buluşan Sadık, “Ben, bu memleket için savaştığımı düşünürdüm” der. Arkadaşı Özkan’ın, “Ben (devrimciliği) denemeye korkmuş biri olarak bana çok şey kaybettiğimi söyleyebilir misin?” şeklin­deki soruya Sadık, “Aradayım” diye cevap verir.

Sadık, babasını konuşmaya davet eder. Avluda bulu­şurlar ve konuşmaya başlarlar. “Sen evlât nedir, bilir misin?” şeklindeki soruya Sadık, “Önünü görememek nedir, bilir misin?” sorusu ile yanıtlandırır. Tartışma sonlanmadan Sadık yere yığılır. Hastaneye götürürler; Hüseyin Ağa oğlunun hastalığını, ciğerlerinin işkence ve tutsaklık sonucu tükendiğini öğrenir ama ailesine açıklamaz.

Sadık ölür.

Cenaze nakli sırasında Hüseyin ağa, aracı durdurur ve “N’olur, on beş yıl önce kollarımı şöyle açaydım da, gitme, gitmee diyeydim” diyerek kendine sitem eder. Şoka girer. Baldızı Gülistan ise, Sadık’ın abisine “Ba­banı devir geç, yoksa kendine gelemez; mutlaka onu devirmelisin. Göreyim seni!” der. Oğul, babasını devi­rir ama bu defa da o kendini kaybeder.

Deniz, okula başlar babasının hayalleri içinde ve film biter...



Filmin Eleştirisi

a) Filmin konusunun eleştirisi

Adına “Kültür” denilen kavramın önemli alt disiplinle­rinden biri olan ve benim açımdan da oldukça isabetli bir tanımlama olan, "Sosyal bilincin ve insan aktivite­lerinin, gerçekliği artistik imajlar halinde yansıtan ve dünyayı estetiksel tarzda kavrama ve temsil etmenin en önemli araçlarından biri” (Bkz: Materyalist Felsefe Sözlüğü) tanımlamasını çıkış noktası alarak başlıyo­rum.

Her olguya yaklaşımdaki çeşitliliğin kökeninde farklı sınıf ve katmanların olması, gerek 12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlük öncesi ve gerekse de sonraki döne­minde de kendini olanca çıplaklığı ile göstermektedir. Bulunulan yarı-feodal ve komprador kapitalist kültürün bir formatı olan sanatsal yaklaşımız “Babam ve Oğ­lum” filmini izleyenlerin neredeyse tamamına yakını­nın filme “Çok duygusaldı, izlerken kendimi tutama­dım; ağladım!” ile göstermesi genel toplumsal konu­mumuz hakkında oldukça önemli bir veridir. Bu top­lumun bir üyesi olarak, itiraf etmeliyim ki, iki yerde benim de gözlerim doldu: İlki, ortamı yumuşatma ça­basında tipik bir özellik gösteren Sadık’ın annesinin, torunu Deniz’i atların yanında olan dedesinin yanına göndermesi ve dedesinin kendisi ile konuşmaya başla­masıdır. İkincisi de, cenaze nakli sırasındaki Hüseyin ağanın “N’olur, on beş yıl önce kollarımı şöyle açay­dım da, gitme, gitmee diyeydim” sahnesiydi; ama bu ağlamamız ya da duygusal yoğunluğumuz, sadece bi­reysel düzeyde ve kan bağına dayalı duygusallığımızın bir göstergesidir ve başka bir şey değildir. Eğer kan bağına değil de, genel insani ilişkilere bağlı bir nite­likte olsaydı, işkence gören, işkencede ya da yargısız infazlarda toprağa düşen herkes için ağlamamızı şart koşardı.

Oysa ağlamadık! Toplumun oldukça önemli bir bölü­münün (ki buna kan bağına sahip olanlar da dâhildir) duyarsız kaldık! Dahası, duyarsızlığımız devam ediyor hâlâ...

Filmin konusunun doğrudan bireyselliğe yönelik ol­ması nedeniyle, bu yönlendiriciliğin kapitalist burjuva­zinin tipik özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Oysa dev­rimci mücadele kesinlikle bireysel değil, toplumsal konumundan dolayı sınıfsal bir nitelik taşır. Bir başka söylem ile devrimcilik yapmak ve devrimci olmak oldukça farklı iki konudur. Film, devrimci sınıfsal ko­numu bireysel “devrimcilik yapma”ya indirgeyerek burjuva bireyci anlayışı beslemektedir.

b) Kullanılan araç: Feodal-hümaniter duygusallık, Türkiye toplumunun önemli sosyo-psikolojik tipikle­rindendir. Filmin yapımcısı bunu iyi görmüş ve abartı­sız bir şekilde, etkileyici olarak kullanmayı başarmıştır.

c) Mekân: Bir saati aşkın bir gösterim zamanına sahip olduğu halde, Hüseyin ağanın bir-iki kez kahveye, bir kez torunu Deniz’e Amerikan çizgi roman alması için gittiği dükkân dışında başka bir mekân yoktur. Bu ai­lesi ve Sadık için de geçerlidir. Mekânın darlığı bir yana, görsel efektlerden de yoksun olması “sanatsal” açıdan ciddi eksikliktir.

d) Sosyal çevre: “Sosyal” içerikli bir sinema filminde hiçbir (komşuluk, arkadaşlık, dostluk vb.) sosyal iliş­kiye yer verilmemesi, bunun yerine “şöyle bir değini­lip” geçilmesi, bu filmin bilinçli tasarımlarından biri olarak öne çıkıyor ve insanları kitlelerden yalıtmanın altını çiziyor. Oysa bir insan “dönek” de olsa, “hain” de olsa, devrimci mücadeleden uzaklaşsa ve hatta tüm bağlarını kesse bile, sosyal ilişkileri bu anlamıyla deği­şikliğe uğrasa bile (ki, önemli oranda uğrar), yine var­dır. Filmin mekânsal boyutuyla sınırlı tutulmak isten­mesi ve buna uygun davranılması, filmin yapımcıları­nın topluma yönelik yaklaşımlarının da bir başka olumsuzluğudur.

Oyuncular: Filmde rol alan oyuncuların rollerini başa­rıyla yerine getirmeleri, filmin en önemli olumlu yanı­dır. Bunlar arasında ise özellikle Deniz’in, filmdeki yaşantının o anki psikolojik yapısına uygun olarak gösterdiği mimikler ve kendi ruh hali, takdir edilecek bir boyuttadır. İyi bir sinema oyuncusu olacağının sin­yallerini oldukça net iletmeyi başarmış.



Deniz’in Amerikan çizgi romanlarının derin etkisinde kalması ve sık sık onlara ilişkin hayallere dalıp kendi­sini o romanlardaki atmosfer içinde bulunması, Ameri­kan emperyalizminin ülkemizdeki kültürel egemenli­ğine yapılan bir gönderme gibi görünmekte ama çok güdük kalmaktadır. Deniz’e yüklenen siyasal “bilgelik” (Kafasında canlandırdığı bir hayali Kurtuluş Savaşı(na benzetmesi ve yeni “Nene Hatun”lardan söz etmesi) oldukça abartılı olmuş.

Filmin başında, doğum sancıları geldiği zaman Sa­dık’ın giydiği pantolonun filmin sonlarına doğru giy­diği pantolonun aynı olması dikkatlerden kaçan bir başka olumsuzluk olmuş.

Sonuç: Hiçbir sanatsal özelliği olmayan sıradan bir Yeşilçam filmi olmaktan öteye gidememiştir.



26 Eylül 2007

0 Yorumlar:

Yorum Gönder