Filmin Konusu
12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlük öncesi devrimci olduğu için tutuklanan ve gördüğü işkenceler sonucu hastalanan Sadık isimli gencin hastalık dönemi ve ölümü üzerine yapılan “Aslında devrimcilik gereksizdi” propagandası eşliğinde kitlelerin bireyselliğe yönlendirilmesi.
Kullanılan Araç: Feodal-hümaniter duyguların dramsal kullanımı.
Mekân: Konuşulan aksanlara bakılırsa, Ege’nin bir bölgesi.
Sosyal Çevre: Hüseyin ağanın ailesi, baldızı ve Sadık’ın birkaç arkadaşı.
Zaman: 12 Eylül 1980 ile başlayan ve Deniz’in okula başlamasıyla geçen süreç: 1980-1987 (Tahminen)
Dönemin Objektif Siyasal Konumu
12 Eylül öncesi görece aktif olan devrimci siyasal hareketlerin bu tarihte yapılan bir cunta ile pasifleştirilmesi bilinmektedir. 12 Eylül cuntasının en önemli özelliği, kendisinden önceki iki cunta gibi sadece örgütsel darbe vurmamış, ideolojik olarak da ağır yaralar açmış, daha açık bir söylemle devrimci hareketlerin kendi sınıfsal duruşlarındaki kararlılığını ortaya çıkarmıştır. Çünkü azgınca, dur-durak bilmeyen askeri faşist diktatörlük sadece “saptanan” devrimci sosyalistlere değil, başta işçi sınıfı olmak üzere köylülüğe de saldırmış ve sindirmeyi başarabilmiştir. Özellikle fabrikalarda grevlerin ve diğer boykotların yasaklanması ve kimi yerde 8 olan ikramiyeyi en çok dört ikramiye ile sınırlamı, köylüler ise adeta evi ve tarlası arasına hapsedilmiştir. Kuşkusuz ki bundan memurlar da nasibini almıştır. Cuntacı generallerin çıkardıkları emir-yasalarla memurların da hareketsizliği sağlanmıştır.
12 Eylül öncesinde devrimci eylemlerin diğer bölgelere göre Ege bölgesinde biraz daha zayıf olması, film yapımcılarının filmi bu bölgede çekmelerinin de nedenlerinden biri olarak görünmektedir.
Filmin Kahramanlarının Sınıfsal Kökeni
Olayların konu edildiği ve kendisiyle sınırlı tutulduğu Hüseyin Ağa ve ailesinin üretim ve ticari ilişkilerine değinilmediği için net gösterilmemekle birlikte, sanki “orta düzey” bir toprak ağası konumundaki orta (ulusal) burjuvaziye denk düşmektedir.
Filmin yapımcıları hakkında hiçbir bilgimin olmaması, filme ilişkin eleştirimin zayıflığının nedenidir.
Filmin Özeti
“Dönek devrimcilerin” yanında gazeteci olarak çalışan Sadık, yazdığı yazının yayınlanmamasına sinirlendiği için alkol almıştır, eve sarhoş girer. Eşi hamiledir, doğum yakındır. Geceleyin doğum sancıları gelir; tel açarlar taksiye ama taksi gelmez. Komşu dairelerin kapısını vurur yardım etmeleri için, kimse açmaz. Sadık, eşini hastaneye yetiştirmeye çalışmaktadır. Dışarı çıktıklarında da yardım ister ama tüm sokaklara mezarlık sessizliği egemendir. Eşine doğumu kendisi yaptırır; doğum gerçekleşir ama, anne ölmüştür.
Sabaha kadar bekler. Günün ışımasına yakın askerlerle karşılaşır ve askerlerden darbe yapıldığını öğrenir: Sokakların (ve insanların) sessizliğinin nedenini anlar.
Sadık, kendisine yapılan işkencelerin halâ psikolojik etkisi altındadır, kâbuslar görür.
12 Eylül gecesi doğan Sadık’ın oğlu Deniz, 6-7 yaşlarına gelmiştir.
Sadık’ın babası Hüseyin Ağa, oğlu ile küstür. O, kendisini ziraat okuması için İstanbul’a göndermiş ama Sadık “anarşik” eylemlere karıştığı için üzülmüştür. Küsmesinin de nedeni zaten budur. İstanbul’da Ziraat Fakültesi’nin bulunmaması ise bir hayli ilginçlik yaratıyor filme.
Hastalığını bilen Sadık, bunu oğlundan saklamaktadır. Oğlunu babası Hüseyin Ağa’nın yanına bırakmak için köyüne gelir ama Hüseyin ağa, oğluyla da, torunuyla da konuşmaz.
Sadık’ın annesi aralarını düzeltmeye çalışır ve sonunda bunu başarır. Deniz’i atların yanındaki dedesine gönderir ve “ilk yakınlaşma” burada başlar.
Amerikan çizgi romanlarının derin etkisinde olan Deniz’e, dedesi bir dükkândan Teksas, Tommiks alır. Eve gelirken oğlu ile karşılaşır; Sadık konuşmak ister ama, Hüseyin ağa yine konuşmaz.
Eski arkadaşlarıyla buluşan Sadık, “Ben, bu memleket için savaştığımı düşünürdüm” der. Arkadaşı Özkan’ın, “Ben (devrimciliği) denemeye korkmuş biri olarak bana çok şey kaybettiğimi söyleyebilir misin?” şeklindeki soruya Sadık, “Aradayım” diye cevap verir.
Sadık, babasını konuşmaya davet eder. Avluda buluşurlar ve konuşmaya başlarlar. “Sen evlât nedir, bilir misin?” şeklindeki soruya Sadık, “Önünü görememek nedir, bilir misin?” sorusu ile yanıtlandırır. Tartışma sonlanmadan Sadık yere yığılır. Hastaneye götürürler; Hüseyin Ağa oğlunun hastalığını, ciğerlerinin işkence ve tutsaklık sonucu tükendiğini öğrenir ama ailesine açıklamaz.
Sadık ölür.
Cenaze nakli sırasında Hüseyin ağa, aracı durdurur ve “N’olur, on beş yıl önce kollarımı şöyle açaydım da, gitme, gitmee diyeydim” diyerek kendine sitem eder. Şoka girer. Baldızı Gülistan ise, Sadık’ın abisine “Babanı devir geç, yoksa kendine gelemez; mutlaka onu devirmelisin. Göreyim seni!” der. Oğul, babasını devirir ama bu defa da o kendini kaybeder.
Deniz, okula başlar babasının hayalleri içinde ve film biter...
Filmin Eleştirisi
a) Filmin konusunun eleştirisi
Adına “Kültür” denilen kavramın önemli alt disiplinlerinden biri olan ve benim açımdan da oldukça isabetli bir tanımlama olan, "Sosyal bilincin ve insan aktivitelerinin, gerçekliği artistik imajlar halinde yansıtan ve dünyayı estetiksel tarzda kavrama ve temsil etmenin en önemli araçlarından biri” (Bkz: Materyalist Felsefe Sözlüğü) tanımlamasını çıkış noktası alarak başlıyorum.
Her olguya yaklaşımdaki çeşitliliğin kökeninde farklı sınıf ve katmanların olması, gerek 12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlük öncesi ve gerekse de sonraki döneminde de kendini olanca çıplaklığı ile göstermektedir. Bulunulan yarı-feodal ve komprador kapitalist kültürün bir formatı olan sanatsal yaklaşımız “Babam ve Oğlum” filmini izleyenlerin neredeyse tamamına yakınının filme “Çok duygusaldı, izlerken kendimi tutamadım; ağladım!” ile göstermesi genel toplumsal konumumuz hakkında oldukça önemli bir veridir. Bu toplumun bir üyesi olarak, itiraf etmeliyim ki, iki yerde benim de gözlerim doldu: İlki, ortamı yumuşatma çabasında tipik bir özellik gösteren Sadık’ın annesinin, torunu Deniz’i atların yanında olan dedesinin yanına göndermesi ve dedesinin kendisi ile konuşmaya başlamasıdır. İkincisi de, cenaze nakli sırasındaki Hüseyin ağanın “N’olur, on beş yıl önce kollarımı şöyle açaydım da, gitme, gitmee diyeydim” sahnesiydi; ama bu ağlamamız ya da duygusal yoğunluğumuz, sadece bireysel düzeyde ve kan bağına dayalı duygusallığımızın bir göstergesidir ve başka bir şey değildir. Eğer kan bağına değil de, genel insani ilişkilere bağlı bir nitelikte olsaydı, işkence gören, işkencede ya da yargısız infazlarda toprağa düşen herkes için ağlamamızı şart koşardı.
Oysa ağlamadık! Toplumun oldukça önemli bir bölümünün (ki buna kan bağına sahip olanlar da dâhildir) duyarsız kaldık! Dahası, duyarsızlığımız devam ediyor hâlâ...
Filmin konusunun doğrudan bireyselliğe yönelik olması nedeniyle, bu yönlendiriciliğin kapitalist burjuvazinin tipik özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Oysa devrimci mücadele kesinlikle bireysel değil, toplumsal konumundan dolayı sınıfsal bir nitelik taşır. Bir başka söylem ile devrimcilik yapmak ve devrimci olmak oldukça farklı iki konudur. Film, devrimci sınıfsal konumu bireysel “devrimcilik yapma”ya indirgeyerek burjuva bireyci anlayışı beslemektedir.
b) Kullanılan araç: Feodal-hümaniter duygusallık, Türkiye toplumunun önemli sosyo-psikolojik tipiklerindendir. Filmin yapımcısı bunu iyi görmüş ve abartısız bir şekilde, etkileyici olarak kullanmayı başarmıştır.
c) Mekân: Bir saati aşkın bir gösterim zamanına sahip olduğu halde, Hüseyin ağanın bir-iki kez kahveye, bir kez torunu Deniz’e Amerikan çizgi roman alması için gittiği dükkân dışında başka bir mekân yoktur. Bu ailesi ve Sadık için de geçerlidir. Mekânın darlığı bir yana, görsel efektlerden de yoksun olması “sanatsal” açıdan ciddi eksikliktir.
d) Sosyal çevre: “Sosyal” içerikli bir sinema filminde hiçbir (komşuluk, arkadaşlık, dostluk vb.) sosyal ilişkiye yer verilmemesi, bunun yerine “şöyle bir değinilip” geçilmesi, bu filmin bilinçli tasarımlarından biri olarak öne çıkıyor ve insanları kitlelerden yalıtmanın altını çiziyor. Oysa bir insan “dönek” de olsa, “hain” de olsa, devrimci mücadeleden uzaklaşsa ve hatta tüm bağlarını kesse bile, sosyal ilişkileri bu anlamıyla değişikliğe uğrasa bile (ki, önemli oranda uğrar), yine vardır. Filmin mekânsal boyutuyla sınırlı tutulmak istenmesi ve buna uygun davranılması, filmin yapımcılarının topluma yönelik yaklaşımlarının da bir başka olumsuzluğudur.
Oyuncular: Filmde rol alan oyuncuların rollerini başarıyla yerine getirmeleri, filmin en önemli olumlu yanıdır. Bunlar arasında ise özellikle Deniz’in, filmdeki yaşantının o anki psikolojik yapısına uygun olarak gösterdiği mimikler ve kendi ruh hali, takdir edilecek bir boyuttadır. İyi bir sinema oyuncusu olacağının sinyallerini oldukça net iletmeyi başarmış.
Deniz’in Amerikan çizgi romanlarının derin etkisinde kalması ve sık sık onlara ilişkin hayallere dalıp kendisini o romanlardaki atmosfer içinde bulunması, Amerikan emperyalizminin ülkemizdeki kültürel egemenliğine yapılan bir gönderme gibi görünmekte ama çok güdük kalmaktadır. Deniz’e yüklenen siyasal “bilgelik” (Kafasında canlandırdığı bir hayali Kurtuluş Savaşı(na benzetmesi ve yeni “Nene Hatun”lardan söz etmesi) oldukça abartılı olmuş.
Filmin başında, doğum sancıları geldiği zaman Sadık’ın giydiği pantolonun filmin sonlarına doğru giydiği pantolonun aynı olması dikkatlerden kaçan bir başka olumsuzluk olmuş.
Sonuç: Hiçbir sanatsal özelliği olmayan sıradan bir Yeşilçam filmi olmaktan öteye gidememiştir.
26 Eylül 2007









0 Yorumlar:
Yorum Gönder